
Darwin Öncesi Müslümanlar ve Evrim Teorisi – T . O . Shanavas
Editör Notu: ”Darwin Öncesi Müslümanlar ve Evrim Teorisi” adlı okumakta olduğunuz bu metin Metin Demir tarafından Recep Alpyağıl, Evrim ve Tasarım, Gelen-eksel ve Çağdaş Metinler Seçkisi , İstanbul: İz Yayınları, 2013. s.158-192 için çevrilmiş olup, sayın Demir’den aldığımız izin doğrultusunda sitemize Onur Kenan Aydoğdu tarafından uyarlanmıştır. Keyifli okumalar.
Darwin Öncesi Müslümanlar ve Evrim Teorisi ( T . O . Shanavas)[1]
Evrenin Yaşı: Ayniyetçilik (Uniformitarianism), Fosiller ve Müslümanlar
Bilim ve yaratılış tartışmalarında insanlar genellikle, Yahudiler ile Müslümanların, Hıristiyan köktendincilerle aynı görüşü paylaştığını zannederler. Batılı bilim adamlarının İslam konusundaki cehaleti, “bilimsel gerçekleri”, Müslümanlar dahil tüm inançlı insanlara vaaz etmeye kadar götürmektedir. Mesela, Time-Life Books’un baş editörü Maitland A. Edey ve Donald C. Johanson, Kaliforniya, Berkeley’deki Institute of Human Origins (İnsanın Kökenleri Enstitilsü)’in yöneticisi, şunu öneriyor:
Biz bugün “İncil’in hakikatinden, hakikatin en doğrusu, çok güvendiğimiz, iliklerimize kadar doğruluğundan emin olduğumuz vazgeçebileceğimiz son hakikat olarak bahsediyoruz. Tüm bu gelenekler, dogmalar ve inançlar tarafından paylaşılan evrensel bir akideydi; böyle bir hakikatti ve bugün çözüldü ve yeniden ifade edildi … Gerçekten de, eğer hakkıyla Tanrı’ya inanıyorsak, onun bize bilimsel araştırmalar yapmak için beyin verdiğini kabul etmemiz gerekir. Bunu yapmamak -O’nun bize ihsan ettiği muhteşem zeka hediyesini kullanmamak- Tanrı’ya saygısızlık etmek olacaktır.[2]
Eğer zamanımızın Müslümanları, Kur’an’ın ve Hazreti Muhammed’ in emirlerini takip etselerdi, zikredilen yazarlar, bu nasihatlerini Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki zahiri İncil okuması yapanlarla sınırlamak zorunda kalacaklardı. Efendimiz şöyle buyuruyor:
İlmi talep edin çünkü ilm kesbetmek Allah korkusuna götürür, ilmi talep etmek ibadettir, tartışması tesbihtir, onu aramak cihattır, yaymak ihsandır, öğretmek takvadır. Hak ve batılın göstergesi olduğundan cennet yolunun feneridir. Yalnızlıkta teselli olur, yabancılıkta dost olur, iyi günde de kötü günde de vefalıdır, düşmanlara karşı koruyucu kalkandır, yabancılara yaklaşma vesilesidir, dostlar arasında süstür ve ilim üzerinden Allah’a taat ve tazim edilir. Hayır ancak ilimde sevilir, idrak edilir ve tatbik edilir, çünkü o tüm amellerin ilk ilkesi ve tüm hayırlı işlerin ilk ilkesidir.[3]
Çok az batılı tarihçi, erken dönem Müslümanların inancının mütemmim cüzü olan yukarıdaki inançtan haberdardır. J. Bronowski, “Muhammed, İslam’ın bir mucizeler dini olmadığının şiddetle altını çiziyordu. O, entelektüel muhtevası içinde bir analiz ve derin düşünme modeli haline geldi” demiştir.[4] İslam akidesi Batı Rönesans’ının ve modern bilimin gelişimine giden yolu hazırladı. Bilimsel düşüncenin Batıda ortaya çıktığına dair genel Batılı inanç, tarihsel gerçekliklerin çarpıtılması üzerine kuruludur. İngiliz bir tarihçi olan Dr. Robert Briffault bunu tasdik ediyor:
Roger Bacon Arapçayı ve Arap bilimini öğrendi. Ne Roger Bacon ne de onun gibileri, deneysel metodu bulma unvanına sahip olmakla nitelenebilir. Roger Bacon, Müslüman bilim ve metodunu Hıristiyan Batıya getiren elçilerden biri olmaktan öte biri değildi ve kendisi de hiç bir zaman Arapça ve Arap biliminin, kendi çağdaşları için gerçek bilgiye ulaşmanın tek yolu olduğunu ilan etmekten imtina etmezdi.[5]
Batılı bilim tarihçileri Lyell ve Hutton’u ayniyetçilik (uniformitarianism) teorisinin, Leonardo da Vinci’yi de fosillerin geçmişinin mucidi olarak anlatırlar, Darwin’i ise insanlığın kökeninin maymunlardan geldiğini ve doğal seçilim kavramını bulan adam olarak tanıtırlar. Batılı tarihçiler tarihlendirme konusunda Biruni, İbni Arabi, İbni Haldun, Cahız, İbni Sina, İhvanı Safa, İbni Heysem gibi muazzam Müslüman alimlere pek itibar etmezler. Bilakis, Yahudi-Hristiyan ve Müslüman kutsal kitaplarının, istisnasız hepsinin dünyanın ve evrenin çok yeni olduğunu öğrettiğini iddia ederler. Yani onlar, yukarıda zikredilen teorilerin Batılı bilimcilerle başladığını ilan ederler.
Batılı tarihçiler evrenin yaşına dair iki görüş ileri sürerler: Yahudi-Hristiyan görüşü ve bilimsel görüş. 19. Yüzyılın ortalarına kadar Batı sadece Kitabı Mukaddes’de vahyolunanları biliyordu. Çıkış Kitabı’nın 4.11, 21 ve 25. bölümleri soy kütüğü bilgisini sağlıyordu. Üstelik Eski Ahit, bu değişkenlere, belli bir padişahın ne kadar hüküm sürdüğü, bir adamın çocuğu doğduğundaki yaşı, ve bir olaydan diğerine kaç yıl geçtiği gibi belirli süreler veriyordu. Kitabı Mukaddes’ in soy kütüğüne göre İbrahim, Adem’ in yaratılışından 1948 yıl sonra doğdu. (Tablo 4-1.)[6] ve [7]
Aşağıdaki soy kütüğüne ek olarak, Kitabı Mukaddes pasajları, bazı batılı tarihçilerin kesin tarihlendirmelerle tayin ettiği vakaları da tanımlar. Bunun şu anlam şudur: Geçmişe doğru izimizi takip edebilir ve muhtemelen Eski Ahit’ in başladığı yılı hesaplayabiliriz.
Bunu çok önceleri İrlanda doğumlu Anglikan papazı James Ussher (1581-1656) yaptı ve Adem ve Havva’nın, İsa’dan önce 4004 yılında yaratıldığı sonucunu çıkardı.[8] Diğerleri işi daha da ileriye götürdüler, ve, 23 Ekim Pazar sabah saat 9’u insanın yaratılışının tam saati olarak belirlediler.[9] Katı yaratılışçılar, Adem’in yaratılışı ve İsa’nın doğumu arasındaki yılları (4004 yıl), İsa’nın doğumundan bizim zamanımıza kadarki yıllara eklemek suretiyle; dünyanın kabaca 6 bin yıl evvel yaratıldığını tahmininde bulunurlar. Bunlardan bazıları ise evrenin yaşı için on bin veya 20 bin yıla kadar cevaz verirler.[10]


Rönesans’ tan önceki Yahudi alimlerin hesaplarında da dünyanın yaşı farklı değildi. Kitabı Mukaddes’ in en erken bölümleri, Yahudiler Babil’de sürgündeyken derlenmişti (586-539 İ.Ö). Bunlar Nuh Tufanını da içine alan İlkçağ tarlhinin Babil versiyonunda derlendi. Tu fandan önceki resullerinin ve oğullarının uzun yaşam süreçlerini takip eden biri, Adem ve Havva’nın yaratılış yılını hesaplayabilir. Yahudi alimlerine göre Tanrı, evreni İ. Ö. 3760 yılında yarattı.[11]
Yahudilerin ve Hıristiyanların yaratılış yılını hesaplamak için kullandıkları metotlan onlardan tam bin yıl evvel, M. S. 1000 yılında Müslüman alim Ebu Reyhan el-Biruni bulmuştu. Biz yukarda hesaplama yönteminin birini açıkladık. Yahudi ve Hristiyan alimler, Ademden Büyük İskender’e kadar geçen zamanı hesaplamak için; sırasıyla Kitabı Mukaddes’de ve İncil’in Süryani versiyonlarında geçen belli kelimelerin ebcedini kullanırken, Biruni bir başka metot tarif eder. Şöyle der: “Yahudiler ve Hristiyanlar bu konuda ihtilaf ederler; Yahudilerin akidesine göre, Adem ile İskender’e kadar geçen süre 3448 yıl, buna mukabil, Hristiyanlara göreyse 5180 yıldır”.[12] Şöyle hesap edebiliriz öyleyse, Adem’den İskender’e kadar geçen zamanı, İskender’den MS. 2000’e kadar olan zamana eklersek, evrenin yaradılışının yılı Yahudilerinkinden 5,771 ve Hristiyanlarınkinden 7506 sene evvel olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Birçok post-Rönesans Yahudisi ve Hristiyanı, dünyanın yaşını Kutsal Kitab’ın soy kütüğüne göre hesaplamayı reddederler. Böyle bir hesaplamanın, soy kütüğünün tamamlanmamış ve sadece önemli kişileri kaydettiği gerekçesiyle güvenilir olmadığını iddia ederler. Lakin argümanlarını desteklemek için antikiteden herhangi bir kaynak göstermezler. Eğer bir kaynakları varsa da bu kesin Müslümanlar arasında yaşamış Yahudi alimlerin kaynaklarıdır.
Bizim şu teknoloji çağımızda bile, Amerika’da geniş kitleler hala dünyanın çok yakın bir tarihte yaratıldığına inanırlar. 70’1erin sonunda yapılan Gallup anketi, halkın %42’sinin Kutsal Kitab’ın zahiri anlamda doğru olduğuna inandıklarını ortaya koydu. New York Times’m haberine göre 1982’deki bir diğer ulusal ankette, Amerikalıların % 44’ü, Tanrı’nın insanı son on bin yıl içerisinde ve aşağı yukarı şimdiki formunda yarattığı konusunda mutabıktır. Bu anketler gösteriyor ki, yaratılışçı inançlar öyle marjinal görüşler değil, Amerika halkının neredeyse yarısı buna inanıyor.[13]
Dünyanın kıdemi (ancientness), evrim ve ayniyetçilik ilkesi (uniformitarianism) (aşağıda tartışılacak) ile ilgili bilimsel bilgiler, Yahudi-Hristiyan Batıda yayılmaya başlayınca, bilime ayak uydurmak için yeni teolojik öğretiler ortaya çıkmaya başladı. (Bunlar önceki bölümde incelenen yoktan var olma teorisi (gap-creationsim) 6 günlük yaratılış teorisi (day-age), şiirsellik alegorik okumalar ve vahyi teori gibi teorileri kapsar). Bilimsel ilerlemeyi gördükten sonra çağdaş Hıristiyan liderler, her ne kadar inançlarını modern bilimle uzlaştırmaya çabalasalar da, tüm bu yeni şerhlere rağmen, modern zamanlarda, Amerikalıların neredeyse yarısı, evrenin kısa zaman önce yaratıldığında ısrar ederler. Papa John Paul II dahil bir çok Hristiyan lider, Ussher’ın yaklaşımındaki gibi katı bir zahiri okumanın dini inancın zorunlu bir sonucu olduğunu reddetmiştir.[14]
Çağdaş Hıristiyanlar, altı veya yedi bin yıllık bir Dünya düşüncesine bir çok yadsınamayacak sebepten ötürü taraftar olmazlar. Örneğin, bir ağacın enine kesitinin gözlemlenmesinde, iç içe geçmiş halkalar dizisi, ağacın her bir senesi için geçirdiği yıllık değişimleri gösterir. Enine kesitteki halkaların sayısı ağacın yaşını verir. (Şekil 4-1). Bilinen en yaşlı ağaç Bristlecone çamıdır. Bu çamlar ve iç içe geçmiş halkaları, bunlardan bazılarının yaklaşık sekiz bin yıllık olduklarını gösterir. Eğer Piskopos Usshur’ın hesaplamalarını kabul edersek, bu ağaçların yeryüzünden çok daha yaşlı olması gerekir.[15]
Işık hızı saniyede 300.000 km’dir. Işığın bir yılda aldığı mesafeye bir ışık yılı denir. Güneşten çıkan bir ışının Dünyaya ulaşması 8 dakika alır. Voyager’ın Satürn’ den gelen sinyalleri aktarıldıktan bir buçuk saat sonra Dünyaya ulaştı. Bugün gördüğümüz yıldızlar ise bize on binlerce ışık yılı uzaktadır.
Aslında gerçekte biz, ışığın bu yıldızlardan ayrılıp bize doğru gelmek için yola çıktığı milyonlarca yıl önceki halini görüyoruz. O halde itiraf etmeliyiz ki, bu yıldızlar, sekiz bin yıllık evrenden milyonlarca yıl daha eskidir. Kaliforniya Üniversitesi Astronomi Profesörü George O. Abell şunu sorar, “Tanrı’nın, bu uzaktaki yıldızları 6 bin yıldan daha kısa zamanda yarattığını ve aynı zamanda bunlardan bize gelmekte olan ışığın hala yolda olduğunu varsaymadıkça. Tanrı bunu neden yapsın?” [16]
Altı bin yıllık evren inancı ile ilgili bir başka çelişki karaların kaymasıdır. Bu, geniş yatay düzlemde kıtaların yer değiştirmesidir.[17] Bir zamanlar tüm kıtalar bütünleşik bir tek kara parçasıydı, fakat zamanla Afrika’dan kopup ayrıldılar (Şebl 4-2). Bilim adamı Geoerge O. Abell’in izah ettiği üzere:
Bugün kıtaların hareketini net olarak ölçebiliyoruz. Lazer uydu deneyleri, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın senede iki santim uzaklaştıklarını [ve] Atlantik boyunca 400 km kıyı şeridinin bu şekilde ayrılmasının (senede 1 inçten daha kısa bir mesafe) tahmini olarak 200 milyon yıl alacağını gösterir.[18]
Eğer, köktenci Hristiyan ve Rönesans öncesi Yahudilerin 6 bin yıllık evren iddiasını gerçeklik olarak sahip çıkarsak, NASA’nın bilimsel başarılarını ve bu başarıların temeli olan fiziği inkar etmemiz gerekecek. Bilimsel ilerleme aniden duracak ve Batı Karanlık Çağlarına geri dönecektir.
Artık dünyanın 6 bin yıldan daha yaşlı olduğunu saptadık. Bununla birlikte, Hristiyan ve Yahudi görüşlerinde değişimler olduğunu da görmekteyiz. Buna mukabil, Çağdaş Müslümanlar bu meselelerin olası yorumlarıyla uğraşmazlar. Bunda şaşılacak bir şey yok, Karanlık Çağın başlangıcından beri Müslümanların kendi başlarına düşünmelerine izin verilmiyordu. Sadece ulemanın bunu yapmaya icazeti vardı. Müslümanların ekseriyeti Kur’an’ı yorumlama ve dünyayı hakikatle donatma yetisinin yalnızca alimlere has olduğunu düşünürler. Ulemanın görüşlerine uymayan maddi veya manevi herhangi bir konudaki bir görüş yahut Kur’an’ı yorumlamaya dönük bireysel bir
girişim, sapkınlık (heresy) olarak görülür. Müslümanların evrenin yaşına dair bilgisizliğinin bir diğer sebebi, Müslümanlar arasındaki yaygın cehalet ve okur yazar olmama halidir.
Üçüncü saik, çağdaş Müslüman dünyada ifade özgürlüğünün eksik olmasıdır. Ne yazık ki, Müslüman yöneticiler Müslümanların zihinlerini kalıplara sıkıştırmışlardır. Bugün Batı bu kalıplanmış zihinleri kitaplarında, dergilerinde, gazetelerinde yeniden tanımlar ve onlara dair tahayyüller oluşturur, buna rağmen Müslümanlar genellikle bu kalıplar içinde kendilerine ait bir sesleri olmadan kalmaya devam ederler. Bizim gibi evren hakkında tefekkür etme özgürlüğüne sahip kişiler şu soruyu sormalı: Kur’an’ın zahiri okumasını ve on dördüncü yüzyılın başlarından evvelki tarihlerde yaşamış Müslümanları nazar-ı itibara alırsak evrenin yaşı nedir?
Kur’an evrenin 6 günde (fi sitteti eyyam) yaratıldığını belirtiyor: “Rabbiniz O Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır” (7:54).[19] Ayet dünyanın ve güneşin yaratılmasından önceki bir sürece işaret ediyor. Evrenin yaratılışını bir zaman skalasına yerleştiriyor. İkinci bölümde tartıştığımız gibi, zikredilen altı gün, bizim bildiğimiz altı güne eşit değil: “Saymakta olduğunuz bin yıl Allah katında bir gün gibidir” (22-47).[20] Ayette geçen bin yıl bizim dünyevi zamanımızla bin yıla eşit değildir. Yaratılışın altı günü, altı uzun zaman dilimi demektir. Her ne kadar mezkur ayetten evrenin tam yaşını saptayamasak da, buradan evrenin çok uzun bir zaman önce yaratıldığı sonucunu çıkarmak akla yatkındır. Peki, bu çıkarım erken dönem Müslüman bilim adamlarının görüşleriyle uyumlu mudur?
James Hutton’dan (1722-1799) yedi yüzyıl önce, ki ayniyetçiliğin en eski batılı yazarıdır, Biruni Hive’de (Özbekistan) doğdu. Biruni, zamanının en büyük alim ve en kültürlü insanları arasındaydı, ansiklopedik ölçekte dahiyane bir zekası vardı.[21] Kendi metinlerini de yazdığı Arapça lisanındaki üstatlığının yanı sıra, Biruni Türkçe, Farsça, Hintçe, İbranice ve Süryaniceye de hakimdi. Bir çok alanda yetkindi ama özellikle astronomi, nesep ilmi, matematik, fizik, tıp ve tarih alanında uzmandı. Kazan’da (Afganistan) vefat etmiştir.
Biruni evrenin ve dünyanın yaşının tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük olduğun görüşünde idi. O, Yahudi ve Hıristiyanların Tekvin’ deki her bir günü bizim yirmi dört saatlik günlerimize denk düşen altı günlük yaratılış öğretisini eleştirmiştir. Kitab Tahdid Nihayetü’l Emakin adlı eserinde şöyle diyor:
Akıl yürütme ve mantıki tahlil yöntemini kullanarak, dünyanın sonradan oluşu (hadis) konusunda karar kıldık. Dünya sonradan oluştuğuna göre içinde meydana geldiği periyodun bir başlangıcı vardır. Dünyanın bir başlangıcının olması ile bu tür var olma hadiseleri bize, dünyanın yaratılış tarihini anlamamıza yarayacak olan varoluş devrelerinin uzunlukları konusunda bir bilgi vermemektedir.[22]
Biruni, Hıristiyanların, Yahudilerin, Sabiilerin ve Mecusilerin ve diğerlerinin olayları İnsanoğlunun yaratıldığı dönemle ilişki içerisinde ölçmek konusunda mutabık olduklarını, fakat bu dönemin süresi ile ilgili tahminlerde ihtilaf içerisinde olduklarını ortaya koyuyor. Onlar, Tekvin 1:1, 2’de yaratılış gününü dünyanın yaratıldığı haftanın ilk günü olarak kabul ederken, Biruni yaratılış günlerinin bir gün ve geceye ile ölçülemeyeceğine inanır. Bu inancı reddetmesinin nedeni, gündüzün ve gecenin sebebi güneşin doğup batmasıdır, oysa güneş ve ay haftanın dördüncü gününde yaratılmıştır. “O halde bugünlerin bizim düşündüğümüz günler gibi olduğunu nasıl tahayyül edebiliriz?” diye sorar. Ardından Kur’an’ın şu ayetlerini okuyarak Yahudi-Hıristiyan iddialarına karşılık verir: “Allah katında bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir. (22: 47); Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir” (70:4).
Biruni açıkça şuna inanır, “(yaratılışın gerçekleştiği) bu dönemi kendi düşünce yöntemlerimizle hesap edemeyiz.” O, Kur’an’ı ve mantığı argümanlarını kuvvetlendirmek için kullanır. Dahası Biruni, Allah’ın bin yıl önce dağıttığı felekler ve yaratılış zamanından şu ana milyonlarca yıl geçmiş olabileceğini belirtir. Şöyle der:
Yaratanın düzenlediği ve yarattığı zaman … bu göksel cisimlerin göğe saçılması tamamıyla mümkündü. Şu halde, eğer matematikçiye, belli bir noktadan başlayan ve yine aynı noktada buluşacak olan zamanı sorarsan, o da milyonlarca yıldan bahsederse, o, bunda suçlanamaz.[23]
Çağdaş bir tarihçi olan Emir Ali, akılcılığın ve bilimin reddedilmesiyle, onuncu yüzyılın sonunu İslam’ ın en karanlık devri olarak tasvir eder. “Teologların zihnini ruhsuz, despot, baskıcı bir şekilcilik baskı altına almıştı, ikiyüzlü bir Epiküryanizmle zenginlerin malları alınıyor ve fakirliğin cahil bir fanatizmi yapılıyordu. Gecenin kasveti hızla çöküyor ve İslam, kiliseciliğin Hıristiyanlığı getirdiği noktaya doğru hızla sürükleniyordu”.[24] Hakikat aşıkları için sıkıntı ve zahmet dolu bu dönemde, küçük bir grup düşünür, Müslümanlar arasında ilmin meşalesini canlı tutmak için bir araya gelerek bir kardeşlik oluşturdular. Kendilerine İhvanı Safa dediler yani Halis Kardeşler. Ebu Süleyman el-Busti (Mukaddisi olarak bilinen), Ebu’l-Hasan ez-Zencani, Ebu Hasan el-Nehracuri, el-Avfi, Zeyd bin Rifaa gibi istisnalar dışında, bu kişilerin kim olduğuna dair çok az bilgimiz var.[25]
Onuncu yüzyıl İhvanı Safa Risaleler’i, üyelerden birinin çalışmasından ziyade, müşterek bir çabadır. Risaleler, bilginin matematik, fizik ve metafizik olmak üzere üç gruba ayrıldığı elli iki adet risaleden oluşur. İhvan evrenin çok uzun zaman evvel yaratıldığını ve binaenaleyh çok uzun bir geçmişi olduğunu öne sürer. Yıldızların bireysel devirlerinin dünyadaki hadiseleri etkilediğini ve tüm göksel cisimlerin bir devri tamamlaması için 36 bin yıl gerektiğini söylerler.
İhvanı Safa Risaleleri’nin tanımladığı. bazı astronomik dönüşler ve kavuşma noktaları (conjuctions) milyonda bir gerçekleşen vakalar iken, bazıları da sık sık tekrar eden durumlardır. “Sadence 36000 yılda bir kez olan dönüşler çok uzun bir zaman dilimdir”. Her üç bin yılda sabit yıldızlar, yeröteler (apogeens [bir gezegenin yeryüzünden en uzak noktası]) ve gezegen düğümleri (nodes [bir gök cisiınin yörüngesinin ekliptiği kestiği noktalar]) o burcun bütun derecelerini geçtikten sonra başka bir burca geçerler. Her dokuz bin yılda bunlar bir quadrant (çeyrek daire)tan diğerine geçerler, ve ışınları dünyanın çeşitli bölgelerinde değiştirildiğinden, farklı bölgelerde iklimle oluşur. Her otuz altı bin yılda yıldızlar bir araya gelir ve gezegenler yeni bir devir/daire ye başlamak için Koç Burcunun birinci derecesinde bir araya gelir.[26] Eğer bir devir oluşturmak için otuz altı bin yıl gerekiyorsa, açıkça Müslümanlar evrenin (ve de Dünyanın) Kitabı Mukaddesin altı bin yıllık evreninden çok daha yaşlı olduğunu kabul ederler.
Ebu Ali İbni Sina (Latin ismi Avicenna, 980-1037 M.S.), İslam’ın “en meşhur ve en etkili felsefe-bilimcisidir”.[27] Dağların kökenine dair teorisinde evrenin kadim yaşını doğrular. Dağların ortaya çıkışı ile ilgili iki sebep zikreder:
Ya şedit bir deprem sırasında olduğu gibi yer kabuğunun alt üst olmasının sonucudurlar ya da, bazıları yumuşak bazıları sert farklı katmanlar olan vadileri aşındırarak kendisine yeni yollar açan suyun sonucudurlar. Rüzgarlar ve sular bir kerede bir araya gelmez, fakat ötekileri olduğu gibi bırakır. Arzın bir çok çıkıntısı bu sonuncu kökene sahiptir. Böyle bir değişimin vuku bulabilmesi için çok uzun bir zaman dilimi gereklidir ve bu sürede dağlar bir şekilde boyut olarak küçülebilirler.[28]
İbni Sina’nın “Böyle bir değişimin vuku bulabilmesi için çok uzun bir zaman dilimi gereklidir” ifadesi Müslümanların, Yahudi ve Hristiyan genç dünya inancını asla kabullenmediklerine dair bir diğer kanıttır.
Şimdi eğer Kitabı Mukaddes’deki soy kütüğünden çıkarılan sadece altı bin yıllık dünyaya inanacak olursak, Darwin’in teorisinin geçersiz olduğunu ilan etmek zorundayız.[29] Darwin, Kitabı Mukaddes’ in altı bin yıllık Dünya inancı ile evrim teorisini uzlaştıramadı, böylece adım adım Hristiyan inancından uzaklaştı ve bir materyalist oldu. Evrim teorisi ve Charles Lylell’ in Jeolojinin Prensipleri (Principles of Geology)’nde ortaya konan antik Yeryüzü fikrini uyuşmaz bulmuştu. Öyleyse, Lyell tarafından ortaya konulan ayniyetçiliğin (uniformitarianism) tüm evrim teorisi tartışmalarına dahil edilmesi gerekir.
Batının iddiasma göre “yeryüzünün kayalarının çoğununun, bugünde gözlemlenebilecek olan doğal bir süreç sonucu çok uzun zaman diliminde oluştuğu” [30]nu ilk açıklayan Charles Lyell’di. Lyell bu sonuca James Hutton’un ayniyetçiliğinin ( uniformitarianism) dört ilkesine dayanarak ulaşmıştı:
Yasanın ayniyeti: Eskiden doğada işleyen yasa şimdi de işler. Değişmez doğal yasa faraziyesi, tümevarımsal çıkarımı gözlemlenemeyen geçmişe taşımak için zorunlu bir güvence olarak hizmet görür.
Sürecin ayniyeti: Geçmiş, halihazırda işleyen sebeplerle açıklanmayı gerektirir.
Derecelerin ya da aşamaların ayniyeti: Bu, değişimin adımlarının genellikle yavaş, istikrarlı ve tedrici olduğuna ve sel, deprem vb. gibi bölgesel afetlerin olduğuna işaret eder.
Ayniyet yasası ya da ilerlemeci olmama (11011-progressionism): Bu ilke dünyanın dinamik istikrarlı bir durumda işlediğini belirtir. Buradan, dünyanın geçmişini sadece yasalardan ve değişim hızından değil aynı zamanda halihazırda olan şeylerin durumundan da çıkarabiliriz. Karalar ve denizler pozisyonlarını değiştirebilirler, ama zaman içerisindeki kara ve deniz oranı aşağı yukarı aynıdır. Türler var olur ve yok olurlar; fakat, yaşamın karmaşıklığı daima sabittir.[31]
Mesele, gerçekten de Hutton ve Lyell’in ayniyetçiliğin ilkelerini ilk anlayan kişiler olup olmadığıdır. Stephen Gay Gould tarafından yazılan Balladlar’ın ve Batıda, bu adamları ayniyetçiliğin ilkelerini bulan kişiler olarak yücelten diğerlerinin aksine, Müslüman bilim adamları üzerine bir çalışma Müslümanların -İbni Sina, el-Biruni, İhvanı Safa, İbni Haldun ve diğerleri- Hutton ve Lyell’den çok önce zikredilen ilkeleri anladığını ve kullanıma soktuğunu ortaya çıkarır.
En önde gelen Müslüman jeolojist Biruni bir ayniyetçi idi. Biruni, Hindistan’daki Ganj düzlüğünü sediment (çamur çökeltisi) birikimi olarak tanımlar: Şöyle yazıyor:
Eğer Hindistan’m toprağını incelerseniz … ne kadar derine kazarsanız kazın eğer derinlerdeki kayaları, nehirlerin müthiş bir akıma sahip olduğu dağ kenarlarındaki büyük kayaları, akarsuların yavaş aktığı dağlardan uzak bölgelerdeki küçük kayaları ve nehirlerin denize döküldüğü ağızlarda kum şekline dönüşen kayaları -bunların hepsini göz önünde bulundurursanız- peyderpey akarsuların alüvyonlarından oluşan Hindistan’ın bir zamanlar deniz olduğunu neredeyse düşünmeden edemezsiniz.[32]
Dahası Biruni şöyle yazar:
Kayaların kayıtlarına ve geçmişin izlerine güvenmek zorundayız tüm bu değişimin çok çok uzun zamanda olması gerektiğine, bilinmeyen sıcak ve soğuk koşullarda: şu anda bile suyun ve rüzgarın işini yapması çok fazla zaman alır. Değişimler devam etmekteler ve tarihsel zamanlarda gözlemlenebilirler.[33]
Biruni, Hindistan’ da ki Ganj düzlüğünün oluşumunu açıklarken nesli tükenmiş ya da bilinmeyen bir şeyleri icat etmiş değildi. “Ne kadar derine kazarsanız kazın” ifadesinden, çıkarımlarına ulaşmak için bilimsel metodu kullandığı sonucuna ulaşabiliriz. Biruni’nin kayalardaki değişimi açıklamada bugün de cari olan sebepleri kullanıyor (yasanın tek biçimi ve sürecin tek biçimi) ve ayrıca aşamaların tek biçimine de inanıyor, çünkü “peyderpey nEhirlerin alüvyonları ile doldu” diye belirtiyor. Dahası, modern metot denilen kayaların ve fosillerin, uzun dünya tarihinin deşifre etmede kullanılmasını salık veriyor.
Dünya yüzeyindeki doğal proseslerin yavaş ve tedrici karakterinin doğrulanmasına rağmen, el-Biruni doğal felaketlerin ve yıkımların zaman zaman dünyayı tahrip ettiğinin de farkındaydı. Diğer Müslüman bilim adamları gibi, o da bu felaketlerin yerel bölgelerde gerçekleştiğine inanırdı. Biruni’ye göre:
Alttan veya üstten zaman zaman dünyanın başına gelen felaketler keyfiyet ve kemiyet bakımından farklılık gösterir. Sık sık (dünya) keyfiyet ve kemiyet ya da her ikisi açısından böyle bir felaket yaşar, öyle ki buna bir çare yoktur, hatta bir kaçış va da önlem de işe yaramaz. Felaketler sel veya deprem şeklinde gelir ve fışkırttığı kayalar ve lavlarla her şeyi yakan yanardağ patlamaları olabilir, fırtınalar, toprak kaymaları, tayfunlar, bulaşıcı ve diğer hastalıklar, taun, ve bunun gibi daha bir sürü yıkımlar getirirler. Bunun sonucunda, geniş bir alan üzerinde yaşayan insanlardan yoksun hale gelir, fakat bir zaman sonra, felaketler ve yol açtıkları geçtikten sonra, o belde kendini toparlamaya ve yeni hayat emareleri göstrmeye başlar ve daha önceleri gizli kovuklarda ve dağların tepelerinde yaşayan farklı insanlar buralarda yaban hayvanları gibi kümelenmeye başlarlar. Ortak düşmanlara ve vahşi hayvanlara karşı birbirlerine yardım etmek ve birbirlerıni güvenli ve neşeli bir hayata nail olmak gayesivlc birbirlerini geliştirmek ve desteklemek yoluyla medenileşirler. Böylece sayıları baya artar; fakat ardından, gazap ve kıskançlık kanatlı hırs, bunlar arasında deveran etmeye başlar ve hayatlarının dingin mutluluğunu bozar.[34]
Yahudi-Hristiyan Evrensel Tufan akidesi bir Müslüman doktrini değildir ve bilimsel metodun yardımıyla, Biruni, Yahudi ve Hristiyanların tasvir ettiği dünya çapında bir tufanı reddeder. Müslümanlar bunun yerel bir sel olduğunu düşünürler. Biruni, Darwin’den sekiz yüzyıl önce şöyle bildiriyor:
Farisiler ve Mecusilerin büyük bir bölümü, Tufanı bütünüyle reddederler; … Hintliler, Çinliler, ve doğunun diğer halkları da bu konuda onlarla hemfikirdir. Gerçi, bazı Farisiler Tufan olayını kabul ederler ama Peygamberlerin kitaplarında bahsedilenden farklı bir şekilde olduğunu söylerler. Suriye’de mahdut bir bölgede gerçekleştiğini söylerler… Lakin sonrada tüm medeni dünyaya yayılmamıştır ve sadece bir kaç milleti içine almıştır… Tufanın izleri ve dalgaların etkileri hâlâ iki piramidin ortasının üzerinde bulunmaktadır ve bunların üzerine sular yükselmemiştir.[35]
Yukarıdaki alıntıda Biruni, halkların ve medeniyetlerin yıkımı ve ıslahını açıklamada sadece doğal sebepleri kullanmıştır. Erken dönem Müslümanlar, Modern bilim adamlarından farklı olarak ilk yaratılış döneminde Allah tarafından tayin edilen fiziksel ve kimyasal yasaların doğal hadiseleri yönlendirdiğine inanırlardı. Biruni, Lyell’in Jeolojinin Prensipleri kitabında öne sürdüğü gibi türlerin sabit olduğuna da inanmazdı, bunun yerine yaşam formlarının değişen karmaşıklığına inanırdı. Biruni’nin yaşamın evrimine dair görüşleri sonraki bölümde, Darwin öncesi Müslümanların yaşamın kökeni ve gelişimine dair düşünceleri kısmında sunulacaktır.
İhvani Safa da genel görüşlerinde ayniyetçi idi. Şöyle inanırlardı:
Bu (yıldızların) hareketlerinin gerçekleşme sürecinde, içinde yaşadığımız bu kevn ve fesad alemindeki medeniyet, dünyanın bir çeyreğinden diğerine aktarılır. Karalar denizlerin yerini alır ve denizler sert toprağı kaplamaya başlar. Dağlar denizlere dönüşür ve denizlerde dağlara [yani ayniyet yasası ya da ilerlemeci olmama]… bunların arasına yerleşmiş ara sebeplerin etkisiyle yıldızların uçları ve ışınlarının dünyanın değişik yerlerine geliş açıları değiştirilir ve bu şekilde değişik ülkelerinde iklimleri mutedil hale getirilir… Bu dünyanın farklı bölgelerinin neden değişik olduğunun sebebidir [yani yasanın ayniyetçi, sürecin tek biçin ve aşamaların tek biçimi ya da tedricilik]. Farklı yerlerin ve ülkelerin üzerindeki hava katmanları değişir bu sayede bu hava katmanları bir halden diğerine geçerler. Bu nedenle, ekilebilir alanlar çöle ve çöller de ekilebilir topraklara dönüşür; bozkırlar deniz olur denizler de bozkır ve dağlara dönüşürler.[36]
Bir kez daha İhvanı Safa’nın sözcüklerinde ayniyetçiliğin tüm umdelerini buluyoruz. Lyell’in tersine, türlerin ve alemlerin daha kompleks yaşam formlarına dönüşümlerine inanırlardı. Onların yaşama dair görüşlerini daha sonra öğreneceğiz.
İbni Sina’nın dağların ortaya çıkışına dair düşünceleri bu Müslümanın da ayniyetçi olduğunu gösteriyor.
Dağlar, kayaların oluşum sebeplerinden biri (veya ötekisi) tarafından en büyük ihtimalle de, kaydına ulaşamadığımız dönemler boyunca yavaşça kurumuş ve katılaşmıştır yapışan kil (balçık) tarafından meydana getirilmiştir. Şu anda içinde bulunduğumuz yaşanabilir dünyanın daha önceki zamanlarda yaşanabilir olmadığı fikri muhtemel gözüküyor ve gerçekten de o kil okyanusların dibine gömülmüştü. Ardından, ya sular çekilince az az ortaya çıkmaya başladı ve tarihin saptayamadığı çağlar boyunca katılaştı, ya da denizlerin altında hapsolmuş yoğun sıcaklık sebebiyle suların altında katılaşmışta olabilirler. Bu iki ihtimalden akla en yakın olanı taşlaşmanın yeryüzüne çıktıktan sonra olduğu ve daha sonra yapışan hale gelen balçık halinde kilin taşlaşmaya yardımcı olduğudur.”[37]
İbni Sina büyük bir ihtimalle dağların “kayıtlarının elimizde olmadığı çağlar boyunca” yavaşça katılaşan yapışkan kilden oluştuğunu gözlemlemiştir. İbni Sina’nın su akımlarını ve depremleri dağların oluşumuna atfettiğini görüyoruz [sürecin tek biçimi]. Geçmişte cari olan sebepler bugün de hüküm sürmektedir [yasanın tek biçimi].
Devlet adamı, hukukçu, tarihçi, alim İbni Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu. Babasının ve dedesinin belirttiği ondaki öğrenme aşkı ve entelektüel arayış, eşine az rastlanır devlet adamı ve filozof birleşimini ortaya çıkardı. İbni Haldun zamanının çeşitli hükümdarları için danışman olarak hizmet verdi. 1387’de Mekke’ye Hacca gitti, bunun ardından Mısır’a geri döndü ve burada 17 Mart 1406’da vefat etti.
İbni Haldun’un en çok bilinen eseri, Kitabül-İber’in giriş kısmı olan Mukaddime, toplumların sosyal ve politik düzenindeki gelişmeleri düzenleyen değişim örüntülerini yorumlamaya dair ilk girişim olarak telakki edilir. Rasyonel analitik bir metodoloji ve detaylarla ilgilenen mütecessis bir göz onun yaklaşımında öne çıkar. İbni Haldun yaygın kabul gören sosyal uzlaşılara dayalı olayların tarihsel olarak öykülenmesinden uzaklaşır. Batıl inançlardan uzak ve olayların eleştirel ve bilimsel incelenmesine dayalı bir tarif felsefesi yaratmıştır. Böylece, İbni Haldun tarih çalışmaları için yeni bir bilim ve yeni bir terminolojiye öncülük etmiştir.[38] Önde gelen bir İngiliz tarihçi olan Arnold J. Toynbee Mukaddime’nin “herhangi bir akıl tarafından ve herhangi bir çağda görülmemiş derece kendi türünün en muazzam eseri olduğuna” inanır.[39]
İbni Haldun, Hristiyan soy bilginlerinin (geneologist) genellikle siyahi Afrikalıların Nuh’un oğlu Ham’ın çocukları olduklarına ve karalıklarının Nuh’un onlar üzerine olan lanetinden kaynaklandığına inandıklarını bildirir. Tora’da beyan edilen Ham’ın çocuklarının kardeşinin soyunun kölesi olacağı hikayesinde herhangi bir renkten bahsedilmediğine işaret eder. Onun nazarında, Afrikalıların karalığını Nuh’un lanetine bağlamak, yaşayan canlılar üzerindeki sıcak ve soğuk iklim gibi doğal güçlerin etkisini dikkate almamak demektir. Şöyle açıklar:
Varlıkların doğası hakkında bilgileri olmayan bazı soy bilginleri, Sudanlıların Hz. Nuhun oğlu Ham’in soyundan geldiklerini ve Hz. Nuh’un Ham’a beddua ettiği için renklerinin kara ve boyunlarına da kölelik boyunduruğu geçirilmiş olduğunu söylemişlerdir…. birinci ve ikinci bölgede yaşayanların (İbni Haldun dünyanın kuzey yarım küresini yedi bölgeye ayırır. Birinci bölge ekvator boyunca ilerler ve kuzeye doğru bunu ikincisi takip eder böylece yedinci bölgeye kadar devam eder) renklerinin siyah olmasının nedeni, güneydeki aşırı sıcaklığın hakim olduğu iklimdir. Orada güneş her sene, birbirine yakın aralıklarla, iki kere tam tepeden vurur ve bu hal mevsim boyunca devam eder. Güneş tam tepede olduğu için ışınları bol gelir, altındakileri şiddetli bir hararete maruz bırakır ve bunun sonucu olarak da derileri siyahlaşır.[40]
İbni Haldun kuzeyde yaşayanlara beyazlık atfeder, çünkü bunlar en yüksek yerleri ile güneş arasındaki mesafenin çok uzak olduğu bölgelerde yaşadıklarından dolayı aşırı soğuk ikliminden etkilenirler. Ayrıca kuzeylilerin kılsız bedenlerini mavi gözlerini, çilli tenlerini ve sarı saçlarını iklimsel koşullara bağlar ve Hristiyanların, coğrafi ve çevresel koşulların insanlar arasında farklı özellik doğurabileceğini kabul etmelidir diye de uyarır. O Hristiyanların tüm bir milletin karakterlerini açıklamada, öne çıkan atalardan birine izafe etmelerini bir hata olarak görür. Ayrıca İbni Haldun şunu öne sürer:
Fiziksel şartlar ve çevre olgusu konusunda bir yanlış anlaşılma var. Bu haller ve özellikler, aynı şekilde devam etmesi zorunlu olmayan değişebilecek şeylerdir. Bu, Allah’ın kulları için koyduğu bir kanundur (sünnetullahtır). Ve Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.[41]
İbni Haldun insan ırkının kompozisyonunu kendi zamanına kadar işleyen sebeplere bağlarken [sürecin tek biçimi] tek biçimciliğin prensiplerini uyguluyordu. Sıcak ve soğuk iklimlerin ve dünyanın farklı bölgelerinde güneşin konumunun zaman ve mekanda sabit kaldığını gözlemlemiştir [yasanın tek biçimi ya da tedricilik]. Lyell türlerin gelip geçici olduğuna fakat yaşamın karmaşıklığının ilelebet sabit olduğuna inanır Görüşleri daha sonradan kabul edilen Yahudi-Hristiyan görüşleriyle benzerlik arz eder. Edey ve Johanson bunu şöyle açıklar: Kitabı Mukaddes’in yaratılış konusundaki açıklamasının genel kabulünden mütevellit, neredeyse herkes türlerin sabit olduğu fikrini doğal karşılıyordu. Türler, Allah tarafından tam oldukları biçimde yaratılmışlardı ve değişemezlerdi.[42]
İbni Haldun ve Lyell’den önceki Müslümanlar, insanoğlunun özelliklerinin önceden tayin eden Nuh’un laneti gibi bir hikayeye inanmıyorlardı. Bilakis, insan türünün değişiklikler geçirdiğine inanırlardı. İbni Haldun çevresel değişikliklerin “gelecek nesilleri etkileyeceğini” iddia etmişti. Allah’ı değişimin muharrik gücü olarak sayan ilk baştaki ifadesinde şu gerçeği tasdik ediyor; klasik dönemde Müslümanlar, Allah’ın yeni ve farklı bir tür yaratmasının yaşam formları üzerindeki çevresel değişikliklerin etkisiyle gerçekleştiğine inanıyorlardı.
Erken dönem Müslüman zihniyetinde ayniyetçiliğin dört unsuru da apaçık görülüyor, fakat onlar yaşamın karmaşıklığında Lyell gibi bir sabitliğe iltihak etmiyorlardı. Öyle ise, ne çevresel faktörlerin yaşam formlarını değiştirdiği fikri ne de ayniyetçilik ilk defa Batılıların aklına gelen bakir düşünceler değil, bilakis Müslümanların keşifleridir. Lyell ve Hutton’dan çok daha önce bu fikirler ve düsturlar ilim peşinde koşarken Müslümanlar arasında geniş şekilde kullanılan herkesin kabul ettiği her zaman kullanılan düşüncelerdi.
Zaten her bilimsel keşfin kendilerinin olduğunu iddia eden batılı bilim tarihçileri, fosillerin kökenine dair rasyonel açıklamayı da hemen kendilerine yontmaktadırlar. Fosiller evrimi destekleyen kanıtların önemli bir halkasıdır. Hristiyan Batı’da birçok kişinin bu mesele ile nasıl başa çıkacaklarına dair fikirleri yok. Karanlık çağlarda, Kilise bu fosillerin Şeytanın Allah’ı hayat yaratma konusunda taklit etme girişimlerinin başarısız örnekleri oldukları şeklinde bir açıklama getirmişti.[43]
Asimov, fosillerin kökenine dair muteber ilk aklileştirme girişimini Leonardo da Vinci’ye (1452-1469) atfeder. Ki o, fosillerin bugün var olmayan yaratıkların kalıntıları olduğunu iddia etmişti. Asimov’a göre, Charles Bonnet (1720-1792) evrim kavramına dayanacak herhangi bir açıklamadan kaçınma gayretiyle, bu fosillerin Nuh Tufanından kalma kalıntılar olduğunu öne sürdü. 1770’de dünya üzerindeki tüm yaşayan mahlukların bir takım felaketler ile yok olduğunu ardından yeni bir yaratılışın başladığını savunan kıyamet kuramını (catastrophism) yaydı. Bonnet, Kitabı Mukaddes’in ilgilendiği dünyanın sadece son felaketten sonraki dünya olduğunu iddia ediyordu. Gerçi, Asimov’un fark ettiği gibi, daha fazla fosillerin bulunması, giderek çok daha fazla felaketin devreye girmesini gerektirir, bu da kıyamet kuramı teorisini çökertir. Fosillerin kökeni, git gide bir felaketler sonucu olarak değil de, evrim sürecinin bir sonucu olarak görülmeye başlıyor.
Asimov’un, kimse fosillerin aslının ne olduğunu bilmiyordu, ilk kez da Vinci bunların aslına dair rasyonel bir açıklama yaptı şeklindeki iddiası, bir başka Batılı efsanedir. Da Vinci’den çok daha önce, Müslümanlar fosillerin bir zamanlar yaşamış canlıların kalıntıları olduğunu biliyorlardı. Biruni, Arap Yarımadasını tanıtırken fosillerin aslına dair fikirlerini şöyle beyan ediyor:
Arabistan çölü bir zamanlar deniz idi, sonradan tersine döndü, kuyular ve küçük gölcükler kazıldığında bunun izlerine rastlanabilir. İlk önce çamur, kum ve çakıl tabakaları yer alır, daha sonra toprakta cam, kabuk ve kemik parçalarına rastlanır. Bunların oraya kasti olarak konulduğu söylenemez. Hatta taşların arasında iyi korunmuş iskelet, kemik ve balık-kılçığına veya hayvan ölmüş olsa dahi şeklini belirten halde kalan çukurlara rastlanmaktadır.[44]
Bunun gibi, İbni Sina’nın fosillere dair görüşü dağların kökeni ile ilgili açıklamasından çıkarılabilir:
Tüm değişimlerin gerçekleşmesi için çok uzun zaman gerekli ve bu süreçte dağlar belki bir şekilde boyut olarak küçülmüş olabilirler. Ama bu etkilerin ana nedeni sudur. Bir çok dağların üzerindeki hayvan ve deniz canlılarının fosillerinin varlığı bu etkivi kanıtlıyor.[45]
Yerin yaşına, ayniyetçiliğe ve fosillerin yaşına dair Müslüman alimler tarafindan bulunan bir çok bilimsel keşif, Batılı bilim adamları tarafından sürekli dünyanın görüşünden uzaklaştırılmıştır. Batılı tarihçiler genellikle Yunanlılarla başlayıp, İslam tarihini atlayarak, Avrupa’daki Rönesans’a geçerler. İslami bilimcilerin katkısı konusundaki hafıza kayıpları açıkça çarpıtılmış bir tarih sunuyor.
Neden Müslümanların katkıları geniş kitlelerce bilinmesin? New York Universitesi Profesörü John William Draper (1812-1883) böyle bir tarihi bastırmak için batılı bilim adamları tarafından ortaya konan ısrarlı çabayı açığa çıkarıyor:
Muhammedîlere olan bilimsel minnettarlığımızı sürekli dışarıda tuttuğumuz Avrupa literatüründe sistematik tavırdan müteessir olduğumu belirtmeliyim. Elbette ki çok daha fazla gizli kalamazlar. Dini hınç ve ulusal ön yargılardan gelen bu adaletsizlik sonsuza kadar süremez.[46]
Draper’in son ifadesi dini ve ırksal önyargılarla Müslümanların yaptığı katkıların Batılı tarihsel kayıtlardan silinişini ortaya koyar. İnsanlığın Oluşumu (The Making of Humanity) adlı eserinde, İngiliz tarihçi Briffault, Avrupa Rönesansı’nın Arap ve Mağriplilerin canlanan kültürlerinin etkisi altında gerçekleştiğini ve Avrupa’nın yeniden doğuşunun beşiğinin İtalya değil, İspanya olduğunu göstermek suretiyle Batılı tarihsel kayıtların ne kadar da yetersiz olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Avrupa cahillik ve barbarlık bataklığında boğulurken Müslüman şehirlerin medeniyetin ve entelektüel aktivitelerin merkezi haline geldiğini anlatıyor. “Yaratıcı enerji ile dolu aktif ve dahiyane bir medeniyet barbarlığın batağına batmış insanlarla yan yana ve sürekli bir ilişki içinde yaşayıp, onların gelişmelerine derinlemesine ve hayati bir etki yapmadan var olmaları, apaçık bir tuhaflık olurdu” diye iddia ediyor. Onun görüşüne göre, “Haçın Hilal karşısında zaferi” ve “İspanya’nın Mağrip boyunduruğundan kurtarılması” adına böyle bir etkiden bahsetmenin sansürlenmesi Batılı tarihçiler için, İslam kültürü ve Avrupa arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmaz, buna karşın, bu ilişkiye dair her tarihsel kaydı imha etmek, tahrip etmek ve bastırmak için planlar yapmak anlamına gelir.[47]
Draper’in, Gibbon gibi muteber bir tarihçide bile rastlanabilecek “inatla inkar ve ısrarla değersizleştirme” tavrındaki hakikatin akademik örtbas edildiği suçlamaları Briffualt’un sözlerinde de makes buluyor. Briffault sadece Ortaçağ İslam kültürünün temsilinin geçmişteki gerçeğe uygun olmadığını düşünmekle kalmıyor, ayrıca şimdiki kültürün de yanlış anlatıldığı kanaatindedir. Briffault’un İslam kültürüne karşı yapılan bu akademik adaletsizliğe olan kızgınlığı onu şu yaklaşıma götürüyor: “Çok muhtemeldir ki, Araplar olmadan modern Avrupa medeniyeti hiç bir zaman yükselemeyecekti”[48]
Briffault’un sözleri akademik dürüstlüğün örneğidir, böyle bir girişim her zaman bir derece ahlaki cesaret gerektirir. Bu cesaret olmadan, akademik çalışmalarda zaman geçtikçe inandırıcılığını yitirecektir. Tarih ve tarihçiler hakkında eski bir Afrikalı atasözünü tam burada zikretmek ne kadar da uygun düşüyor: “Aslanlar kendi yazarlarına kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı yüceltecektir.”
Bilimin öyküsü hep bilimsel keşiflerin dini hurafelere karşı zaferi diye sunulmuştur. Sorulması gereken, Batının ya da Doğunun, Hristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar ve diğerlerinin, bu unutulmuş öyküyü dinlemek için yeterli entelektüel ihtiyarlarının olup olmadığıdır.
(…)
Evrim Teorisi ve Darwin Öncesi Müslümanlar
Müslümanlar, insanların maymunlarla atasal bir ilişkisinin olduğunu çok eskiden fark etmişlerdi ve bu fikir, bugün camilerin yanı başındaki medreselerde okutulurdu. Bununla birlikte, Yahudiler ve Hristiyanlar, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni (1859) kitabını ilk okuduklarında şok oldular. Onların evrime ilk tepkisi, aynı Piskopos Worcester’un karısının verdiği tepkiye benzer. İnsanın maymundan evrildiğini duyduktan sonra kadının şöyle haykırdığı rivayet edilir: “Maymunlardan gelmek ha! Hadi canim, Allah vere de öyle olmasın, ama eğer öyleyse bu herkesin bildiği bir şey haline gelmez.”[49]
Darwin’in Türlerin Kökeni’ndeki iddiaları artık herkes tarafından bilinen bir şey haline gelmiştir, ne var ki bu kitap, yüzyıllar önceki Müslüman bilgi birikiminin, Darwin’in seyahatlerinde topladığı verilerle doğrulanmasından başka bir şey değildir.
Muteber bir bilim adamı, evrimci ve New York Üniversitesi’nde kimya profesörü olan John William Draper (1812-1883), Charles Darwin’in çağdaşıydı. O kimyasal bir süreç vasıtasıyla ayın fotografik bir portresini ilk kez yapan kişiydi.[50] Avrupa’nın Entelektüel Gelişiminin Tarihi (History of the Intellectual Development of Europe) ve Din ve Bilim Çatışmasın Tarihi (The History of Conflict between Religion and Science) yazdığı birçok eserden bazılarıdır.
Darwin’in kitabının yayınlanmasından altı ay sonra, Profesör Draper, The British Association for Advancement of Science’in toplantısında, “Bay Darwin’in Görüşleri Zaviyesinden Düşünülmüş Avrupa’nın Entelektüel Gelişimi (The Intellectual Development of Europe Considered with Respect to the Views of Mr. Darwin) başlıklı bir makale sundu. Bu makalenin tartışılması sırasında, Oxford Papazı Wilberforce, ünlü bilim adamı ve evrim savunucusu Thomas Huxley’i tahkir eder şekilde “ana tarafından mı yoksa baba tarafından mı maymundan geldiğini iddia ediyorsun diye sorgulamıştı.”[51] ve [52]
Draper, son derslerinden birinde kilise babalarının yaratılışın başlangıcının yakın bir tarihte olduğunu ısrar ettiklerini ortaya koydu. O, bu ısrarı, Tanrı’nın ahir zamanda yaşayan azınlığın kurtuluşu adına tüm insanlığı bir bütün olarak unutmuş olduğu iddialarına makul bir cevap olarak görür. Draper bunu, Ademin mümkün dünyalar arasında en iyi dünya hikayesi öğretisini ve insanın cennetten düşüşünü açıklamak için zorunlu bir önerme olarak izah eder; ki bu da en nihayetinde “esenlik planı” için bir önkoşuldu. Draper’in anlayışında:
[Hıristiyan] teolojik otoriteler, böylece yeryüzünün başlangıcını ucu bucağı belli olmayan uzak bir döneme götüren herhangi bir teoriye ve tabi insanın şu anda bulunduğu hale uzun bir zaman sürecinde daha alt bir türden evrilerek geldiğini ilan eden Muhammedi evrim teorisine [italikler benim] de pek de hoş gözle bakmazlardı.[53]
Bugün biz Darwin’in evrim teorisinin, Müslüman evrim teorisini olduğunu biliyoruz. Darwin’in çağdaşı olan bir Amerikalı bilim adamı Draper, evrim teorisinin Müslümanlardan geldiğini biliyor iken, Müslümanların komşuları olan Avrupalı bilim adamlarının Müslümanların ürettiği evrim teorisine bigane olduklarına inanmak güç doğrusu. Roger Bacon’un “gelişmek için Arapçayı ve Arap ilmini öğrenin”[54] tavsiyesini takip eden Avrupalıların, Müslüman evrim teorisini bilmediklerini iddia etmek mümkün müdür?
İçinde yaşadığımız bu çağda bile, evrimsel çalışmalara karşı kuvvetli bir inkar mevcuttur. Batıdaki ve özellikle Amerika’daki basın, bazı dini kurumların gazabından korktuklarından, devlet okullarının ders kitaplarında “evrim” kelimesini kullanmaktan imtina etmektedir. Mesela, İnsan: Bir Müfredat Programı (Man: A Course of Study, MACOS), adlı çalışma, 1963’te Ulusal Bilim Derneği (National Science Foundation) tarafından başlatılmış, Eğitimi Geliştirme Merkezi (Education Development Center) 1970’te ilkokul öğrencileri için evrime bir giriş kitabı olsun diye basılmıştır. “Dini gruplar bu materyallerin öğretilmesini desteklemeyecekleri için, hiçbir ticari yayınevi projenin altına elini koymadı.” Ta ki küçük bir dernek yayınlamayı kabul edene kadar. 1974’de, 47 eyaletin bir çok okul bölgelerinde MACOS projesini kullanmaya başladılar, ama 1975’de, organize bir muhalefet ortaya çıkmaya başlayınca, satış oranları %70 düştü. MACOS projesinin gelişimi için 4,8 milyon dolar yardım sağlayan Ulusal Bilim Derneği (National Science Foundation) bir anda Kongrede saldırıya uğradı. Temsilciler Meclisi, 1975’te Buman Yönetmeliğini meclisten geçirdi, Kongre’ye, her bir NSF araştırma bağışının üzerinde doğrudan kontrol ve veto hakkı verildi böylece araştırmaları için verilen devlet desteğinde %98’lik keskin düşüş ortaya çıktı, ve bilim eğitimi neredeyse tamamen federal bütçeden kaldırıldı.[55]
Amerikan okullarında evrimin öğretilmesine karşı günümüzde var olan bu muhalefetin aksine, Darwin’in yaşam formlarının tedrici gelişerek insanoğluna ulaşması doktrini, yüzyıllar evvel Müslüman okullarının müfredatının bir parçasıydı. Draper, Lamark ve Darwin’in evrim teorisinin mucidi olduklarını iddia eden Batılı mitin altını oyuyor ve Müslüman teorinin Darwin’inkinden çok daha ileri olduğunu ilan ediyor:
Bazen hiç tereddüt etmeden karşılaştığımız fikirlerin kendi zamanınızda bulunmuş olmasıyla övünürüz. Oysa bizim evrim ve gelişmek doktrinimiz onların [Müslümanlar | okullarında öğretiliyordu. [Italikler benim] Hakikaten de, onlar evrim ve gelişimi inorganik ve mineralleri de kapsayacak şekilde genişleterek bu konuda bizim gidebileceğimizden çok daha ileri gitmişlerdir.[56]
Birçok batılı evrimciye göre, Darwin’in evrime olan ilgisi dedesi Erasmus Darwin (1731-1802)’den gelmiştir.[57] Fakat evrim konusunda onların düşüncelerini kimlerin etkilediğine dair çok az şey yazılmıştır.
Bir filozof, botanikçi, şair, fizikçi olan Erasmus Darwin, “the Lunatics” (Allahlıklar)[58] olarak adlandırılan derneğinin kurucu üyelerinden biriydi. Erasmus’un zamanında ve ondan öncede, neredeyse tüm felsefi ve bilimsel kitaplar ya Arapçadan tercümeydi ya da Müslüman bilim adamları ve filozofların yazdığı Arapça metinlere dayanıyordu.[59] Öyleyse, ben şuna inanıyorum: Darwingiller evrimsel biyolojiyi Müslüman bilim adamlarından öğrendiler. Bu iddiayı Avrupa’daki tıp eğitimi tarihi de destekliyor.
Profesör Draper, Batının aydınlanmasından evvel İslam ve Avrupa’nın tibbi ilerlemedeki durumunu şu şekilde anlatıyor:
Haçlı seferleri dönemindeki Müslümanlar, insan bedeninin fonksiyonlarını ve hastalıkların tedavisini açıklamak için, hem teorik hem de pratik tıpta kimyanın kullanılmasını salık verirlerdi. Cerrahlıkları da tıp bilgilerinden geri değildi. … Tüm bunlar Bati’daki durumdan ne kadar da farklıydı: Ateşlenen ya da kaza ile fenalaşan bir Hıristiyan köylü, en yakın azizin türbesine bırakılir ve bir mucize beklenirdi, İspanyol Moorlar ise tabiplerin neşterlerine, cerrahların sargı bezleri ve neşterlerine güvenirlerdi.[60]
Amerikalı tarihçi Will Durant, Müslüman göz doktoru Ali bin İsa’nın Göz Doktorunun El Kitabı (Manual for Ocultists) adlı eserinin 18. Yüzyıla kadar Avrupa’da metin olarak kullanıldığını bildiriyor. Durant, ayrıca, Avrupa’da daha çok Rhazes diye bilinen Ebu-Bekir Muhammed Razi’nin (844-926) önemine dikkat çekiyor. Razi diğer birçok Müslüman bilim adamı ve şifacıdan sadece birisiydi. Durant’a göre, Razi’nin Latinceye çevrilen ve tıbbın neredeyse tüm alanlarını kapsayan yirmi ciltlik Kitabül-Havi (Kuşatıcı Kitap) adlı eseri “muhtemelen muazzam derecede saygı duyulan ve yüzyıllardır beyaz dünyanın tıp metinlerinde kullanılan” bir kitaptı. Ve 1395’te yılında, Paris Üniversitesi’nde okutulan dokuz kitaptan birisiydi.
Durant’ın felsefi ve bilimsel katkılarına ışık tuttuğu bir başka meşhur figür Ebu Ali Hüseyin İbni Sina idi. Onun kitapları; matematik, fizik, fizyoloji, hijyen, terapi, farmakoloji, felsefe, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset, müzik çalışmalarını kapsayan adeta bilgi ansiklopedileriydi. Eserleri, “on yedinci yüzyılın ortalarına kadar Montpellier ve Louvain Üniversitelerinde” temel ders kitabı olarak okutulurdu.[61]
Batı’yı ve Batı tıbbını etkileyen diğer Müslüman filozoflar Ebu Bekir İbni Tufeyl ve talebesi Ebu Velid Muhammed İbni Rüşd idi. İbni Rüşd, Latinceye çevrilen ve Hıristiyan üniversitelerinde okutulan bir tıp ansiklopedisi (Kitab Kulliyât fi’t-tibb) yazmıştı.
Tüm Müslüman tabipler evrimciydi ve Batılı tarihçiler İslam’ın altın çağındaki tabiplerin yazdığı tıp kitaplarının, on sekizinci yüzyıla kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulduğunu kabul etmişlerdir. Öyleyse ikisi de tabip olan Darwin’in dedesi ve babası, Erasmus ve Robert Darwin’in yukarda zikredilen ders kitaplarından etkilendikleri inkar edilmez.
Dahası, İbni Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan’ın Hikayesi eserinin Edward Pocock tarafından ilk Latince çevirisi 1671 yılında Oxford’da basıldı. 1671-1700 yılları arasında bu eserin onlarca farklı edisyonu basıldı. Ardından, 1708’de ilk İngilizce tercümeyi Simon Okley yaptı ve Felemenkçe, Almanca ve Fransızca tercümeler ise on sekizinci ve on dokuzunda yüzyıllarda yapıldı.[62] İngiltere’de ve Avrupa’nın diğer yörelerinde kitabın bunca farklı edisyonunun ve tercümesinin basılması, kitabın çok popüler olduğunu gösteriyor; öyleyse Charles Darwin’in babası ve dedesinin bu kitabı okuma ihtimali çok yüksekti. Hay Bin Yakzan’ın hikayesi de evrime dayanan bir hikayedir. Erasmus Darwin’in, torunu Charles Darwin’i de etkileyecek olan Zoonomia (Organik Yaşamın Yasaları) adlı eseri 1794’te basılmıştı. Zoonomia’da Erasmus Darwin “insanın oluşumundan milyonlarca yıl evvel… Tüm sıcakkanlı hayvanlar yaşayan bir alevden ortaya çıktı”[63] diye yazıyor, tıpkı İbni Tufeyl ve diğer Müslümanların Erasmus’dan önce yazdığı gibi.
Açıkça görülüyor ki, bu adamlar evrim teorisini büyük bir ihtimalle Müslümanların kitaplarının tercümeleri sayesinde Müslüman öğrenmişlerdir. Yani, bu okumuş yazmış adamların, tıp ders kitaplarındaki ve felsefi eserlerdeki Müslüman yazarların, evrimci olduğundan haberdar olmamaları çok küçük bir ihtimaldir. Böyle bir durumda, bu cehalet ancak tipik olmayan bir tarihsel bir tuhaflık olarak açıklanabilir. Bundan daha olası görünen ise, Müslüman alimlerden evrimi öğrenmişlerse, kaynaklarını söylememişler ve evrim çalışmalarına öncülük eden İslami katkıları gölgede bırakmak için kasıtlı olarak görmezden gelmişlerdir. Yukarıda sunduğumuz kanıtlar, ikinci önermenin daha muhtemel olduğunu gösteriyor. Günümüzde Müslümanlar, Batıdaki birçok gayrimüslim gibi, evrim teorisine karşı çıkarlar. Hayret verici olan, aynı Müslümanlar atalarının bilime yaptığı katkılarla övünürler. Ki bu insanlar ötekilerine, Roger Bacon gibi kişilerin Biruni’yi duyup duymadıklarını utanmadan sorarlar. Oysa o Biruni, Asârül-bâkiye (Geçmişin İzleri) adlı eserinde “zihnimizi tüm eski adetler, hizipler, inançlar, kişisel rekabetler ve hırslar yahut nüfuzlu olma isteği gibi insanın hakikati görmesini engelleyecek her türlü şeyden temizlememiz gerektiğini”[64] söylemiştir.
Müslümanlar, İbni Sina’nın el-Kanûn fi’t-Tibb (Tibbin Yasaları) kitabının 18. Yüzyıla değin Avrupa’nın sağlık okullarında tıp konusunda temel ders kitabi olarak okutulduğunu sürekli hatırlatmaktan geri kalmazlar[65] ve el-Heysem’in bilime yaptığı katkılarla da övünmeye devam ederler. Fakat haklı olarak çok övündükleri bu büyük bilim adamlarının evrimci oldukları söylense şaşırıp kızacaklardır.
Dünyadaki çoğu Müslüman, Adem ve Havva’nın cennette yaratıldığına inanırlar. Allah’ın, Adem’i yarattığı ardından Havva’yı da Adem’in kaburga keminden yarattığına dair Yahudi-Hristiyan inancını kabul etmişlerdir. Yahudi ve Hristiyanlar da ilk dönemlerde bu teolojik doktrini İslam’a taşıdıklarını kabul ederler. Önce Adem’in peşi sıra Havva’nın yaratıldığı, bu Yahudi-Hristiyan yoktan yaratılış (ex nihilo) hikayesinin İslami akide içerisine nasıl sızdığını birazdan tartışacağız. Ama öncelikle erken dönem Müslüman filozoflarının düşüncelerinin birçoğunun evrimci olduğunu göstermek için kısa bir literatür değerlendirmesi yapalım.
En tanınmış Müslüman tarih yazarı ve sosyal bilimci, İbni Haldun, Mukaddime sinde şöyle yazıyor:
Kişi Yaratılış alemine bir baksın. Madenlerle başlar ve gelişir, tedrici ve kendine özgü bir şekilde bitkilere ve hayvanlara doğru ilerler. Minerallerin son mertebesi ile bitkilerin ilk mertebesi birbiri ile bağlantılıdır. Otlar ve tohumsuz bitkiler bunların örnekleridir. Hurma ve asma gibi bitkiler aleminin son mertebesi, salyangoz ve kabuklu deniz hayvanları gibi hayvanlar aleminin son mertebesi ile bağlantılıdır. Burada bu varlıklara atfedilen bağlantılı kelimesi ile alt türün son mertebesindeki tüm canlıların bir üst mertebeye geçmek için tam anlamıyla hazır olduğu anlamına geliyor. Ardından hayvanat alemi genişledi, sayısız türlere dağıldı ve tedrici bir yaratılış süreciyle, düşünen ve natık bir hayvan olan insana ulaştı. İnsanların ilk mertebesi de belli ölçüde algılayabilen ve zekaya sahip olan maymun türünden çıktı. Fakat bu maymun türünün aktif bir şekilde konuşma ve düşünme melekeleri yoktu. İşte tam bu noktada, insan türü maymun türünden ayrıldı. Biz ancak buraya kadar gözlemleyebiliriz.[66]
Bu alıntıdaki “insanın ilk mertebesi” tabiri, açıkça İbni Haldun’un maymundan daha gelişmiş ama insan gibi de olmayan ve modern insandan önce yaratılmış, hominid türlerinden haberdar olduğunu gösteriyor. Dahası, bu sonuca maddi gözlemler sonucu vardığını da belirtiyor.
Ayniyetçilik bölümünde de gördüğümüz gibi, İbni Haldun insan türünün doğal sebepler sonucunda ortaya çıktığına inanıyor. Mukaddime’de yazıldığına göre, İbni Haldun ve diğer Müslümanlar, çok uzun zaman dilimlerinde bir türden diğerine bir dizi geçişler yaşandığı ve bunun sonucunda yaşam yavaş yavaş ilkel bir organizmadan dallanarak evrilmeye başladığına inanıyorlardı. Öyleyse, türler ayrı ayrı yaratılmadılar, ortak ataların evrimsel ürünleridirler.
İbni Haldun ırkların kökeni konusunda görüşlerini şöyle sonuçlandırıyor: “Fiziksel koşullar ve çevre şartlarının değişime uğramasıyla gelecek nesillerde değişir, onların zorunlu olarak aynı kalması gerekmez”.[67] Haldun’a göre türler sabit değildir ve değişen çevresel şartlara göre onlar da değişirler. Organizmaların fiziksel karakterlerinin “özleri” tarafından belirlendiğine inanır. Bu “fail tabiatın (kiyan) cisimler yaratma ve özleri değiştirme gücü olduğunu” iddia eder.[68] Dünyevi varoluş, iniş ve çıkışın (ascent and descent) doğal düzenindeki merhalelerde gerçekleşen özlerin birbirlerine dönüşmesinin bir sürekliliğidir. İbni Haldun bir türün başka bir türe dönüşmesini, özlerin (genler) doğa tarafından modifikasyonu sonucunda gerçekleştiğini anlatır.
Her bir merhalenin sonunda özler doğa tarafından bunlara komşu olan özlere dönüşmesi için hazırlanılır. Bu hal basit maddi cevherlerle başlar, bitkilerin son mertebesini oluşturan hurma ve asma ile devam eder, ve hayvanların en alt seviyesini oluşturan salyangoz ve kabuklularla ilişkilidir. Bu durum belli ölçüde algılama ve zekaya sahip olan maymunla, düşünme ve nutk etme kabiliyetine sahip insan arasında ilişkide de caridir. Bunların bağlantılarından bahsettiğimizde bunların birbirleri için hazır olduklarını kastediyoruz.[69]
Eğer İbni Haldun bu satırları bugün yazmış olsaydı, özler kelimesinin yerine genleri ya da DNA’yı koyacaktı. Şöyle diyecekti: “Doğa bir türün genlerini (essences), en yakınındaki bir türün genlerine dönüştürmek için hazırlar.” Bunun gibi, “doğa tarafından başka bir merhaleye dönüştürülmek” demek yerine, “Aşamalı evrim süreci, türler içesindeki küçük genetik değişiklikler (mutasyon) ve doğal seçilimin zorladığı genetik varyasyonlar bağlamında açıklanabilir” diyecekti.
En önde gelen Kur’an yorumcularından biri olan Ebu Bekir Muhammed İbni Arabi (165-1240) İspanya’da doğdu. Yirmi beş yaşına geldiğinde, ülke çapinda parlak bir alim, zarif şiirlerin muhteşem yazarı ve birinci derece bir sufi olarak ün yaptı. 1193-1998 yılları arasında Ukletu’l-Mustevfiz (Hayret Edenlerin Dizgini)i yazdı. Batı’da fikirlerine çok sert bir şekilde saldırılınca, hayatını çekilmez bir hale geldiğini görerek, 1200 yılında İspanya’yı terk ederek Mekke’ye hicret etti ve bundan sonrada çok geniş bir seyahate çıktı; ta ki Şam’da mukim olana kadar. Arabi’nin türlerin tek bir atadan gelişinin tanımı da daha önce bu bölümde bahsettiğimiz Müslüman alimlerin tanımlarına benzerdir.
Kemale dönmeleri üzerine: Böylece bu karmaşık alem ortaya çıktı. Madenler nebati yaşama dönüştü ve bitkilerden de hayvani yaşam doğdu. [70]
Yaratılış dünyada devam etti; madenlerden sonra bitkiler, sonra hayvanlar ve insan. Allah bu türlerin her birinin sonuncusunu yarattı. Son merhaledeki madenle, ilk merhaledeki bitki yer mantarıdır. Son merhaledeki bitki ve ilk merhaledeki hayvan hurmadır. Son merhaledeki hayvan ve ilk merhaledeki insan türü ise maymundur.[71]
İnsan-ı Kamil en mükemmel formda olduğundan, alemde Allah’ın vekaletini ve halifeliğini hak eder. Burada bu hilafetin merhalelerini, konumunu ve suretini açıklayacağız. İnsanın sadece bir hayvandan ibaret olduğunu kastetmiyoruz, öte yandan halife olan insandan bahsediyoruz. İnsanın mahiyeti ve hilafetine binaen, ademoğlu bu mükemmel sureti layıktır. Her insan bir halife değildir. Bize göre, beşer olarak insan, hayvani nefse ait insan (the animal man) halife değildir… Murad edilen insan-ı kamildir. Ötekiler ise beşer insandır. İnsanı kamil ile beşer insanın nispeti, maymun ile insanın benzerliği gibidir.”[72] Beşer insanı sorarsanız, aslında o insan değildir hakikatinde. Onun durumu hayvanat gibidir. Fakat beşer insan, her bir hayvana has olan benzersizlikler yoluyla temyiz edilir.[73]
Tüm bunların nihai hedefi insanın kemale ulaşmadır. Arz böylece hazır olduğuda, insan en iyi formda varlığa geldi.[74]
Allah insan evriminin tamamlanmasını dilediğinde, kainatın tüm gerçeklerini insanda topladı ve ona ihsan etti ve onu tüm isimlerini öğretmek suretiyle aydınlattı.[75]
İnsan bu iki ismi (insan ve beşer) kendisinde kuşattığı zaman Evreni tadil tasnif ve tanzim etmeye ve hilafete ehil hale gelir. Eğer insan kemal mertebesine ulaşmazsa, o dış görünüşü insan olan bir hayvan olarak kalır. Biz burada insan-ı kamil ile ilgileniyoruz. Allah’ın İlk yarattığı insan, insan-ı kamildi. O Hazreti Adem Aleyhisselamdı. Allah böylece türlere kemal mertebelerini göstermiş oldu. Kim ki içindeki insani öze sadık kalır o kemal yolunda ilerler, bu seviyenin altına düşenler, ancak bulunduklari seviyeye göre insaniyet vasfına haizdir.[76]
İbni Arabi insan-ı kamil kavramını, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak açıklar. İnsan türünün Allah’ın yeryüzündeki vekili olabilmesi için, mükemmel bir surete doğru evrilmesi gerekiyordu. İbni Arabi insanı kamil ve beşer insan dediği daha alt bir suret arasında bir ayrım yapar. İkincisi, daha çok hayvanata ait özellikler sergilediğinden gerçek anlamda insan değildir. Onun insan olmaya olan nispeti “maymunun beşer insana” benzerliği gibidir. İbni Arabi’nin nazarında, insan kemal mertebesine ulaşamazsa, bu kişi dış görünüşü insan suretinde olan bir hayvandır. Öyleyse, Allah’ın muradı, insanın, yeryüzünün halifesi olmaya uygun şekle getirecek en mükemmel surete evrilmesiydi.

İbni Arabi’nin yukardaki görüşleri gösteriyor ki, Müslümanlar, modern insanın ortaya çıkışından önce ve maymunlardan sonra hominid türlerin var olduğunu biliyorlardı. İbni Arabi “beşer insan”ı hominid olarak tasnif etmekle kalmıyor aynı zamanda insanı kamil ve insan türü arasında da ayrım yapmıştı.
Gould, “Tanrı’nın niçin bu kadar çok hominid tür yaratmayı uygun gördüğünü ve son ürünlerinde bazılarının, özellikle de Homo Erectus’un önceki modellere göre insana neden daha çok benzediğini sorar”.[77] İbni Arabi bu soruyu, Darwin ve Gould’dan çok önce ön görmüştü. İbni Arabi’nin işaret ettiği beşer insan (animal man) fosilleri ancak son zamanlarda ortaya çıkarıldı ve Australopithecus, Homo Erectus, Homo Ergastes, Neanderthal insan, ve CroMagnon diye tasnif edildi. Bir sanatçının Modern fosil bulgularına dayanarak insan evrimini canlandırması (Şekil 6-1) İbni Arabi’nin önceki türlerden insan türünün ortaya çıkışını tanımlamasıyla tam uyum sağlıyor.
İbni Arabi ve çağdaşlarının, insanın beşer insandan normal haline evrildiği sonucuna varmaları tam bir spekülasyon olmaktan ziyade bilimsel bir metot olması muhtemeldir. Mesela, Biruni yaşadığı bölge olan Medyan dağlarının mağaralarında bulunan kemiklerin boyutlarını inceleyerek farklı boyutlarda hominidlerin var olduklarını sonucunu çıkarmıştı. Biruni, bunları eski insan ırklarının kemikleri olarak tanımlıyor “deve kemiği kadar hatta daha büyük kemiklerle” diyor.[78]
İbni Arabi’den önceki zamanlarda, İhvan-ı Safa yaşamın aşama aşama evrimi hakkında yazmışlardı. İhvan, türlerin madenlerden nebatlara ve hayvanata ve nihayet insana doğru ard arda geliştiğini iddia ederler. Onlara göre, eksik türler daha gelişmiş türlerden önce geliyordu ve Allah tüm bunları insan türü için yaratmıştı. “Allah’ın rahmetiyle” doğa tüm türlere yaşam mücadelesinde destekleyecek ve nihai suretlerini tamamlamalarını güvence altına alacak organları sağladığını ortaya koydular. Bu sonuçlar İhvanı Safa Risaleleri’ndeki aşağıdaki alıntıdan çıkarılır:
Nebâtât aleminin ilk mertebesi, minerallerin son mertebesi ve nebatat aleminin en üst derecesi hayvanatın ilk mertebesine bağlıdır…. Ayrıca, bu risalede hayvanat aleminin en üst mertebesinin insanlığın ilk mertebesi ile bağlı olduğunu göstermek istiyoruz.[79] Şunu bilesiniz! Gelişmemiş hayvanlar çok gelişmiş hayvandan zamansal olarak ve yaratılış sürecinde önce gelirler.[80] Bilesiniz kardeşler, hayvanlar insanlar için yaratılmıştır. Ve başka bir şey için yaratılmış her şey, onun yararına yaratıldığı şeyden önce gelir.[81] Allah’ın hikmeti ve himmeti sayesinde, hayvanlar faydalanmaları ve zarar görmekten korunları için organlar eklemler damarları sinirler, zarlar, ve boşluklarla tezyin edildi, böylece onlar hayatta kalabilip, en üst mertebeye ulaşıp kemale ermeyi gerçekleştirebildiler.[82]
Meşhur sufi şair Celalettin Rumi (1207-1273) Belh’te (Afganistan) doğdu. Babası Bahaddin Veled’in oğlu, tanınmış bir ilahiyat profesörü ve İbn-i Arabi’nin talebesiydi. Rumi’nin takdir edilen felsefi denemesi, Mesnevi Manevi, İbni Arabi’nin yazdıklarıyla ilişkilendirilmiştir. Bu suretle, İbni Arabi’nin düşüncelerinin, Rumi’nin insanın yaratılışına dair fikirlerini etkilemiş olması muhtemeldir.[83] Mesnevi’deki tezlerinde Rumi insanın ve yaşamın kökenine dair görüşleri zamanının ve kendinden önceki Müslümanların vazetmiş oldukları perspektifi yansıtmaktadır. Mesnevi’de şöyle yazıyor.
Yüzbinlerce yıldır gayri ihtiyari uçardım, havada zerrecikler.[84]
Önce camid cisimler alemine geldi buradan nebatat alemine sıçradı. Bir bitki olarak çok uzun yaşar ve camid cisimler alemindeki çabasına dair hiç bir şey hatırlamaz. Benzer şekilde bitkiden hayvana, hayvanda nebati hayatını unutur. Nebatilikten geriye kalan sadece bahar aylarında duyduğu hislerdir, tabi bu hislerin gizemini ve nedeni idrak edemez, tıpkı bir bebeğinde neden annesine ilgi duyduğunu bilmemesi gibi… Ardından yaradan onu hayvanilikten beşerliğe çıkardı. Güçlü, bilgili ve akıl sahibi olana kadar alemden aleme geçti. İnsan nasıl ki önceki hayvani düşünme tipini unuttu, şimdi de bu düşünme tipini aşmalıdır. Bir kez bu düşünme tarzından kurtulunca, binlerce farklı düşünme biçimi olduğunu görecektir. [85]
Camid cisimler aleminde öldüm nebat oldum, nebat iken öldüm hayvan oldum. Hayvanlıktan öldüm beşer oldum, peki neden bir kez daha ölmekten bu kadar çok korkayım? Bir dahaki merhalede beşeriyetten geçeceğim, melekler gibi kanatlar çıkarmak için. Sonrada bu melek şahsiyetinden de sıyrılacağım ve tahayyülün ötesinde bir aleme geçeceğim. İlahi parçalarım yerleri yerine oturunca var-olmayacağım (non-existence). “Biz ona geri döndürüleceğiz” [86]
Rumi’ye göre, evrim ve doğal seleksiyon denen şey, “insanı hayvanilikten insaniyete götüren” Allah’ın bir eylemidir. Dahası, Rumi yaratılışı, bir insanın fizik bir varoluştan metafizik bir varoluşa geçtiği ve bu suretle yaratılışın asli kaynağı olan Allaha geri döndüğü bir seyir olarak tasavvur eder.
İslam’ın büyük jeoloğu el Biruni (973-1048) insanın ve diğer organizmalarin tedrici gelişmelerine ve en iyi olanın hayatta kalması yoluyla doğal seçilime inanırdı. Kitabül-Cemâhir adlı eserinde insan türünün aşamalı gelişimini göz önünde bulundurarak inançlarını şöyle yazmıştır:
(Evrimsel yolculukta) Insan, kendisinden aşağı olan diğer hayvanlara nispetle gelişiminin maksimum derecesine ulaştı. İnsan, şu anki haline köpek-benzeri, ayı-benzeri, maymun-benzeri gibi diğer türlerin hallerinden geçerek yükseldi. Nihayetinde insan oldu.[87]
Önde gelen tabiplerden ve bir şair olan Ebu Bekir İbni Tufeyl (Latin ismi Abu Bazer) (1095-1138) İspanya’da doğdu ve Fas’ta öldü. Hristiyan ve Yahudi düşünürleri etkilemesiyle bilinirdi ve aynı zamanda büyük filozof İbni Rüşd’ün de hocasıydı. Tıp ve felsefeye dair de önemli eserler kaleme almış olmasına rağmen, meşhur eseri Ruhun Yolculuğu Hayy Bin Yakzan’ın Hikayesi adlı meşhur eseri ile hatırlanır.[88] Bu kitap evrim düşüncesi ile ilgili kurgusal bir biyografi niteliğindedir. Simon Ockley 1708’de, yani Darwin’in doğumundan bir asır evvel, kitabın İngilizce tercümesini yaptı. H. F. Osborn hikayeyi şu şekilde özetler:
Olaylar ekvatorun alt kısmında bir adada geçiyor. Adada insan ana babası olmadan dünyaya geliyor. Kendiliğinden gerçekleşen bir türeme sonucu ortaya çıkıyor. Doğrudan bir erkek çocuğu formunda yerden bitiyor ve Allah tarafından gönderilen bir lema gibi bu bedenle birleşiyor ve belli belirsiz şekilsiz bir kütle olarak gelişiyor. Herhangi bir zihinsel ortam olmadan, herhangi bir eğitim olmadan, bu “Doğa İnsanı” dış dünyanın basitçe gözlemlenmesi ve muhtelif fenomenlerin birleştirmesi yoluyla dünyanın ve uluhiyetin bilgisine ulaşıyor. Öncelikle tikelleri kavrıyor, ardından muhtelif türleri ayrı ayrı suretler olarak teşhis ediyor, fakat bu çeşitlilikleri ve türleri karşılaştırdıkça, tüm bunların bir tek hayvan nefsinden geldiğini ve aynı zamanda tüm hayvan türlerinin de tek bir bütün oluşturduklarını sonucunu çıkarıyor. Avni keşifi bitkiler dünyası içinde yapıyor, nihayet hayvanların ve bitkilerin kendi bütünlükleri içinde şekillendiklerini görüyor, ve tüm farklılıkları arasında, belli duyarlılık ve hissiyatlarında ortaklıklar olduğunu keşfediyor, buradan da hayvanların ve bitkilerin bir ve aynı oldukları sonucunu çıkarıyor.[89]
Osborn, gencin değişik hayvan ve bitki türlerini karşılaştırıp, tüm bunların ortak bir kökenden geldiği sonucunu çıkardığını ortaya koyuyor. Bilimi dinin yozlaşmasından korumak isteyenler aynı hissiyatları paylaşırlar. Bilim Eğitimi Bildirisi Ulusal Merkezi’nin eski editörü Robert J. Shadewald şunu iddia eder: “geleneksel bilim basit bir cevap sunar – tüm hayvanlar ortak bir atadan gelmiştir”.[90]
Darwin’den 800 yıl evvel, Farisi bilim adımı filozof ve tarihçi İbni Miskeveyh simya ve şiirle ilgileniyordu ve kendinden sonraki Müslüman düşünürler için model olacak yirmi eserlik bir külliyat bıraktı.[91]
Hindistan alt kıtasından 20. Yüzyılın tanınmış şairi Allame Muhammed İkbal, İbni Miskeveyh’in yaşamın kökenine dair fikirlerini özetlemiştir. İkbal, bu Müslüman bilim adamının “en basit formunda bitkisel yaşamın yerden bitmek ve gelişmek için herhangi bir tohuma ihtiyaç duymadığını” bulduğunu anlatır. Bu tür bitkisel yaşam ile madenler arasındaki fark ise “sadece birtakım basit hareket etme yetisidir”. Bu hareket kabiliyeti “daha üst formlarda gelişir ve dallarıyla yayılan bitkilerde daha da açığa çıkar ve türünü tohumlar aracılığıyla devam ettirir”. İbni Miskeveyh bitkilerin gelişiminin son merhalesinin, “bariz bir cinsel ayrışmasının görüldüğü” asma ve hurma olduğuna inanırdı. Hayvanlığın ilk merhalesinin bitkilerin yere bağlılıktan kurtulduklarında başladığını, bilinçli hareket belirtilerinin gelişmeye başladığı ve dokunma ve görme duyuları ve bunları takip eden duyuların gelişmesiyle hareket kabiliyeti kazanmaya başladığını iddia etmiştir. “Hayvanlık, gelişmiş seviyesine dört ayaklılar içinde en atta, kuşlar arasında şahinde, ve nitekim insanlığın sınırına da evrim sürecinde hayvanın bir kademe altında bulunan maymunda ulaşır” diye inanırdı. Hayvanların evriminin son merhalesi, temyiz kabiliyeti ve maneviyat gücünün gelişmesi ile psikolojik değişiklikleri beraberinde getirir, ta ki insanlık barbarlıktan medeniyete geçene kadar.[92] İbni Miskeveyh bitkilerin hayvanların ve insanın aynı aileye ait olduğunu ve bununda basit yaşam formlarının toprak ana üzerine yavaş yavaş yayılmamasından kaynaklandığına inanır ve bunu öğretirdi.
Bağdatlı bir Müslüman olan Ebu Hasan el-Mesudi (d. 957), Müslüman dünyanın Pliny’si ve Heredot’u idi.[93] Çok geniş coğrafyaları gezdi ve gördüklerini otuz ciltlik bir ansiklopedide topladı. Ansiklopedi de coğrafya, biyolojiye, tarih, gelenekler, din, bilim felsefe ve edebiyat alanlarında Çin’den Fransa’ya kadar tüm gezdiği yerlerde incelediği her şeyi toplamış. Mesudi bilimsel düşüncelerini Bir Bilgi Kitabı (A Book of Information) adlı bir kitapta özetledi. Burada madenlerden bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insana doğru bir evrim fikrini öne sürer.[94] Benzer bir şekilde Etiyopya kökenli edip ve ilahiyatçı Osman Amr el-Cahiz (776-868) bitkilerden hayvanlara oradan insanlara doğru ilerleyen tedrici bir evrimin gerçekleştiğini iddia eder.[95] Kitabü’l Hayevân ve Kitabu’l-Beyan ve’t-Tebyîn, Cahız’ın şaheserleridir.
Mısırlı Müslüman bilim adamı Muhammed el-Heysem (956-1039) Ortaçağ Avrupa’sında el-Hazen olarak bilinirdi. Durant, el Heysem’i, o olmadan Bacon’ın adını hiç bir zaman duyamayacaktık diye tanıtır.[96] Kitabü’l-Menâzir (Optik Kitabı) adlı kitabıyla meşhurdur. Heysem, ışığın su ve hava gibi saydam ortamlarda kırılmasını incelemiş ve büyütecin icadına çok yaklaşarak, kendisinden üç yüz yıl sonra Roger Bacon, Witelo, ve diğer Avrupalıların mikroskop, teleskop gibi ilerlemeleri üretmelerine imkan verecek zemini hazırlamıştır.[97]
el-Heysem evrim öğretisini savunurdu. Onun orijinal metinleri elimizde yok ama elimizde iki tane ikincil kaynağımız var. Bunlardan birinde bir tarihçi olan Emir Ali, el- Heysem dahil Müslüman filozofların evrim teorisini kabul ettiklerini söyler. Ali, bu meseleye dair Müslümanların görüşlerini şöyle özetler: Mevcut aleme önce bitkiler sonra hayvanlar ve en son insan geldi. İnsan bedeniyle madenler aleme aittir, ama ruhu ile manevi ya da maddi olmayan aleme aittir.[98] William Draper evrime inancını ve İnsanın şimdiki haline gelmeden evvel belli bir dizi merhaleden geçtiğine dair kuvvetli inancını doğrular.[99]
Darwin’den bin yıl kadar önce yaşamış İbrahim Nazzam klasik dönem İslam’ın en parlak Müslüman ilahiyatçılarından biri olarak tanımlanırdı.[100] Nazzam yaratılışın bir defaya mahsus olarak sayısız imkan ve potansiyellerle gerçekleştiğini söyler. Geçmişte var olmuş ve gelecekte var olacak tüm elementler asli olarak yaratılmış özde potansiyel yahut örtük olarak hazır bulunduğunu ve madenler, bitki, hayvan ve insanlar işte bu gizli potansiyellerin aşama aşama tahakkuk etmesidir diye düşünürdü.”[101]
Erken dönem filozoflar ve bilim adamları, çevrenin organizmaları ve insanları biçimlendirdiğini düşünmelerine rağmen, onlar yaşam formlarındaki bu değişimleri Allah’ın yaratma ve yok etme yolu olarak ele alıyorlardı. Bu nedenle İbni Haldun insan ırklarının kökenlerine dair paragrafını şu ayeti alıntılayarak bitiriyor: “(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın”. [102]
Doğal Seçilim
Batılı alimler ve bilim adamları doğal seçilim teorisini Darwin’in formüle ettiğini iddia ederler. Gould, Darwin’in evrimin gerçekten olduğuna dair düşüncesinde bilimsel dünyayı on yıl içinde ikna ettiğine fakat doğal seçilim teorisinin ise ömrü boyunca hiç bu popülariteye ulaşamadığına dikkat çeker. Teori 1940’lara kadar yayılamamıştır.[103]
Öte yandan, Müslümanlar uzun zamandır, yaratılış sürecinde işleyen bir doğal seçilimden bahsederler. Darwin doğal seçilim düşüncesini açıklamak için faydalandığı yapay seçilim fikrini bahçıvanlardan ve çiftçilerden aldı. Darwin, “Bir bitki türü tam anlamıyla oluştuğu zaman, tohumları toplayanlar en iyi bitkileri toplamazlar, sadece bunların tohum yatakları üzerinden geçerler ve uygun şekilde olan bitkilerden türeyen yabani otları dedikleri kısımları söküp atarlar” diyor. Darwin, insanların Doğanın sebep olduğu varyasyonların yardımıyla organik varlıkları kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekle sokmak için seçilimin ilkelerini uyguladıklarını ama doğal seçilim her an eyleme geçmeye hazır bir güç olduğunu ve insanın kırılgan çabalarıyla kıyas edilemeyecek derecede üstün olduğunu da iddia eder.[104]
Tarihsel kayıtlara göre neredeyse bin yıl evvel el-Biruni doğal seçilimi açıklamıştı. Biruni, Allah’ın kainattaki belirlenmiş görevleri yerine getirmesi için fail tabiati (active nature) (kiyan) görevlendirdiğine inanırdı. Geçen yüzyılda Darwin’in tanımladığıyla nerdeyse aynı doğal seçilim tanımlaması yapar. Arıların tabi hareketlerinde ve ayrıca bahçıvanların yöntemlerinde seçilim örnekleri görür. el-Biruni Fi Tahkik Ma Li’l-Hind (Hint Üzerine Araştırma) asli eserinde şöyle yazar:
Çiftçi kendi ürününü seçer, ihtiyacı kadarının gelişmesine izin verir ve geri kalanları yolup atar. Ormancı en güzel gelişmiş dalları bırakıp ve geri kalanları keser. Arılar, kovanda çalışmayan sadece yiyen diğer arıları öldürürler. Doğa da tıpkı bu şekilde işler.[105]
Aşağıdaki alıntıda da göreceğimiz üzere Biruni, Malthus ve Darwin’den çok önce üreme ve hayatta kalma arasındaki gerilimi fark etmiştir. Burada türleşme ve doğal seçilimin bazı bitki ve hayvanların yapısal avantajları bir sonucu şeklinde tarif eder. Şöyle yazar Biruni:
Yeryüzündeki yaşam ekme faaliyetlerine ve üremeye dayanır. Her iki işlemde zaman içerisinde artar ve dünya sınırlı olmasına rağmen bu artış sınırsızdır. Bir bitki veya hayvan türü yapısal olarak daha fazla gelişmezse ve kendine özgü türü, kendi türü olarak oluşur (italikler yazarın), türün her bireyi basitçe varlığa gelip yok olmaz, kendine ve türün diğer üyelerine benzer şekilde üremeye başlar, ve bir defa değil müteaddit defalar, ardından bu bir bitki veya hayvan türü olarak dünya da yer eder ve etrafa yayılır ve onun nevileri ulaşabildikleri tüm bölgelere giderler.[106]
Yukarıdaki Biruni alıntısı ile Darwin’den alınan aşağıdaki pasajın benzerliğine dikkat edin:
Var olmak için mücadele kaçınılmaz olarak, tüm organik canlıların artmaya eğilimli olduğu ve her organik canlının geometrik oranda arttığı yüksek bir oranda devam eder, bu canlıların her biri yaşamlarının belli dönemlerinde, yılın bazı dönemlerinde ve her jenerasyonda yaşamda kalmak için mücadele etmek zorunda kalır ve büyük yıkımlarla karşı karşıya kalırlar. Bu mücadele üzerine düşündüğümüzde, doğadaki savaşın amansız, güçlü, ve sağlıklı olduğu ve yaşamda kalanların kazanıp ve artarken, sakat türlerin de varyasyonlarının kesin bir şekilde yok edildiğini görürüz. Bireysel farklılaşmaların ve varyasyonların en iyilerinin korunması ve sakat olanların yok olmasına ben Doğal Seçilim ya da “En iyinin Hayatta Kalması” diyorum.[107]
Biruni ile Darwin arasında çok küçük bir fark var. İkisi de dünyanın sınırlı olmasına rağmen, organik canlıların sınırsız üreme kapasitesi olduğunu kabul ederler. Yine ikisi de, organik canlıların yapılarındaki bireysel varyasyonlarin türler arasında belli bazı türlerin oluşmasına yol açtığı konusunda hemfikirdirler. Darwin bu doğal fenomeni “Doğal Seçilim” diye tanımlarken, Biruni ona çok benzer bir şekilde şöyle ifadeler kullanıyor: “ormancı bazı dalları korur ve diğer dalları keser”, “çiftçi seçer”, “doğa da tıpkı bu şekilde işler”.
Materyalistler doğadaki bazı noksanlıklar ve düzensizlikleri yaşamın evrimi sürecinde Allah’ın olmadığına dair bir delil olarak öne sürerler. Biruni, kusurlu organları olan hayvanlardan bahsederek, doğanın evrimsel düzensizliklere imkan tanıdığını fark etmiştir. Şöyle yazar:
Türleri oldukları gibi korumakla görevli doğanın önünde tükenmez bir kaynak vardır… Doğa bu bol malzemeyi ziyan etmek yerine onları bir şekle sokar. Doğa bir türü, içinde bulunduğu yapısına uygun hale getirmek için yeterli kaynak bulamadığında, o hayvanı öyle bir forma sokar ki; bu yeni formla kusurun rahatsız edici yanı ortadan kaldırılır ve hayvana olabildiğince yaşam gücü verir.[108]
Dahası, dönemindeki diğer Müslüman alimler gibi, el-Biruni de, bu değişimlerin insana sanki rastgele değişiklikler gibi geldiğini oysa bunların hakikatte Allah tarafından tayin edilmiş doğanın işleyişinde asli bir fonksiyon (offical function) olduğuna inanır.
Çoğunlukla… Doğanın yerine getirmesi gereken işlerde bazı kusurlar ve düzensizlikler görürsün, fakat bu sadece eşyanın genel tabiatından saparak şeylere suret verebilen Yaratıcının mutlak yüceliğini, kafirlerin tahmin ve tahayyül edebileceklerinin çok ötesinde olduğunu göstermeye yarar. [109]
Doğal Seçilim konusunda Celalettin Rumi’de hayatta kalmak için doğal mücadelenin yaşamın özü ve Allah’ın İradesinin bir delili olduğunu söyler. O, hava ateş toprak su gibi doğal elementlerin Allaha hizmet için var olduklarını ve yaşamın evrensel bir mücadele olduğunu ifade eder.
Kainata yakından baktığında orada evrensel bir mücadele görürsün – her parça diğeriyle imanla küfür gibi mücadele eder-. Süregiden bu mücadele her şeyin kendi doğasının temelini oluşturan zıtlık ilkesinin bir şeklidir. Sözlerde savaş, işlerde savaş, doğada savaş var, kainatın parçaları arasında korkunç bir savaş var. Savaş kainatın gerçek yasasıdır, elementlere bakarsan bunu anlayacaksın. Yaratılış zıtlıklar üzerine kaimdir; öyleyse, her yaratık zarar görmekten kurtulmak ve müstefit olmak için savaşan cengaverler haline gelir. Bu mücadele sadece dış doğada olmaz, kendi nefsimizde bir halin diğeriyle savaştığı bir er meydanıdır. Ruhun özü bu zıtlıkları aşar, onun doğası böyle (mütenakız) değildir; o ilahidir. Sadece karşıtlar birbirlerini yok ederler. Zıtlığın olmadığı bir yerde, edebi hayat vardır.[110]
Çünkü hiçbir şeye muhtaç olmayan Kadir-i Mutlak Allah, lüzum olmadıkça kimseye hiçbir şey vermez, yedi-gök yokluktan varlığa gelmezdi; güneş, ay, ve yıldızlar varlığa gelmeyecekti lüzum olmazsa, öyleyse lüzum varlık sebebidir, ve ihtiyaca göre insana organlar bahşedildi. O halde ey muhtaç olanlar, ihtiyacıni artır ki Allah’ın ihsanı harekete geçsin (yeni yaşam araçları ihsan etsin diye).[111]
Doğanın mutlak egemenliğine inanan Stephen Jay Gould ve bazı diğer ekstrem modern evrimcilerin aksine, el Biruni ve Müslümanlar doğayı kendi başına eyleyen mutlak bir özne olarak görmez, bunun yerine doğayı ilahi inayet ile uyum içerisinde çalışan bir güç olarak görürler. Onların nazarında bazen doğada olanları, insan zihninin sınırlılıklarından dolayı anlamamız güç hale gelir. Bununla birlikte, insan türü varlığa gelemeyecekti. Gould eğer videoyu geri sarıp filmi baştan izlesek insanın yeryüzünde çıkışını görmemiz ihtimal dışı olduğunu kabul eder.[112] Bu muhtemelen Müslüman filozoflar ve bilim adamlarının nakis doğaya ilahi yönlendirme olmasaydı insanın evirilemeyeceğini düşünmelerinin de sebeplerinden biridir. Müslümanlar tüm yaratılmış varlıkların akıl ve yapı yönünden nakis olduklarını kabul eder. Tek mükemmel olan Allah’tır, ve bu nedenle ona el-Hakim denir.
Bahsettiğimiz Darwin öncesi Müslümanların çalışmalarından, Müslüman alimlerin hayatı bir çalı gibi gördükleri ve tüm yaşam formlarının da bu çalının dalları veya sürgünleri olarak gördükleri sonucunu çıkarıyoruz. Onlar, tıpkı maymunlarında kendi atalarıyla akrabalığı gibi insanların da maymunlarla akrabalığı olduğuna inanırdı. Biruni ve Rumi’nin doğal seçilim açıklamaları neredeyse harfi harfine yüzyıllar evvel Darwin’in ağzından dökülmüş gibidir. Oysa, Batılı tarihçiler evrim tarihini yazarken zar zor Müslüman isimlerden bahsederler.
Aristoteles varlık silsilesi ya da hayat skalası dediğimiz şeyin başlatıcısı olduğu iddiası kanıtlanması mümkün olmayan bir çıkarımdır çünkü Aristo’nun bu konuda yazdığı tek bir söz bugüne kalmamıştır.[113] Buna mukabil, varlık silsilesine dair ayrıntılı tanımları Müslümanların çalışmalarında görüyoruz. Müslümanların evrim teorisini Yahudi- Hıristiyan hocalardan ya da Darwin ve Spencer’dan öğrenmesi ihtimal dışıdır. Burada sunulan mebzul miktarda kanıt gösteriyor ki, Müslümanlar evrim teorisinin fikir babasıdır ve Draper Müslüman Evrim Teorisi tabirini kullanmakta haklıydı. Müslüman alimler ve Darwin arasında görülebilecek tek fark, Müslümanların doğa merdiveninin varlığının ilahi irade ve inayetin sonucu olduğuna inanmalarıydı.
Peki, neden Müslüman alimler, yaşamın kökenine dair kendi zamanlarında var olan inançların yerine, evrimsel bir paradigma geliştirdiler? Çünkü onlar düşüncelerini özgür bilimsel gözlerim yanında ilahi kitapları Kur’an’dan çıkarıyorlardı. Bu mütecessis fakat mümin Müslümanlar, aşağıdaki ayetteki emirleri dünyayı anlamada hakiki bir yöntem olarak dikkate alıyorlardı:
Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde bir çok alametler vardır. Hala görmüyor musunuz? (Zâriyât, 20-21).[114]
Kur’an ayrıca insanın ve diğer canlıların yaratılışından ve dünyanın yaratılış sürecini araştırıp dersler çıkarmamızı emreder.[115] Erken dönem Müslümanlar kainatı Allah’ın kitabı olarak görürler, ve kainatın yasalarını çözmeye çalışırken aslında Allah’ın emirlerini takip ediyorlardı.
Yukarıdaki ayetlerde kainatın tüm fiziksel, kimyasal, biyolojik, ve ruhani yasalarıyla tam anlamıyla kavranabileceğini öne sürer. Bu ayetler ayrıca her Müslümanın Allah’ın yaratma adetlerini anlaması gerektiğini salık verir. Peki, bugünkü Müslümanların durumu nedir? Acı bir hikaye! Allah’ın emrinde entelektüel uğraşlar yerine, entelektüel baskı Müslüman ülkelerin çoğunda bir adettir. Peygamber “Bir alim, şeytana karşı bin zahitten daha mukavimdir” ve “Alimin mürekkebi şehidin kanından daha mübarektir” buyurmuştur.[116] Maalesef, mübarek mürekkep kurumakta ve dünyanın bir çok bölgesinde, Dünya Ticaret Merkezi çevresi de dahil olmak üzere, namübarek kan Müslüman kalemlerden damlamaktadır. Bence, Müslümanların acilen kendilerini Kur’an’ın anlamına açmaları gerekiyor. Öyleyse, bu bölümden sonra Kur’an’ın insanın yaratılışına dair ne söylediğini bir gözden geçirelim.
Çevirmen: Metin Demir
Kaynak: Darwin Öncesi Müslümanlar ve Evrim Teorisi (T. O. Shanavas) , (Çev. Metin Demir) , https://www.academia.edu/8055500/Terc%C3%BCme_Darwin%C3%96ncesi_M%C3%BCsl%C3%BCmanlar_ve_Evrim_Teorisi_T_O_Shanavas_ , Erişim Tarihi: 05.02.2023
Dipnotlar:
[1] Çev. Metin Demir. Metnin alındığı yer: T. O. Shanavas, “Pre-Darwinian Muslims and the Theory of Evolution”, Creation and/or Evolution: An Islamic Perspective (Philadelphia: Xlibris Corp., 2005). [Yeni Baskı: T. O. Shanavas, Islamic Theory of evolution: The Missing Link Between Darwin and the Origin of Specics (Brainbow Press, 2nd Revised edition, 2010)].
[2] Maitland A. Edey- Donald C. Johanson, Blııe Print (Boston-Londons: Little, Brown and Company, 1989), s. 34, 291.
[3] İsmail R. el-Faruqi, The Cultural Atlas of Islam (London: The Macmillan Co., 1986), s. 313.
[4] Jacob Bronowski, The Ascent of Man (London: The British Broadcasting Co., 1981), s. 166.
[5] Robert Briffault, The Making of Mankind (Lahore: Islamic Book Found, 1980), s. 200-201.
[6] Biruni , The Cronology Ancieat Nations an English Version of the Arabic text of the Athar-al-bakıya of Alburini or Vestiges of the Past , trans. C. Eduard Sachau (Frankturt am Main: lnstitut für Geschichte der Arabisch-lslamischen Wissenschaften, 1998), s. 85.
[7] Gerald L. Schroeder, Genesis and the Big Bang (New York: Bantam Books, 1990), s. 31.
[8] Isaac Asimov, Beginnings: The Story of Origins – Of Mankind Life, the Earth, the Universe (New York: Walker, 1984), s. 22-23.
[9] Maitland, Blue Print, s. 8.
[10] Raymond A. Eve and Francis B. Harroid, The Creationist Movement in Modern America (Boston: Twayne Publishers, 1990), s. 46.
[11] Asimov, Beginnings, s.26.
[12] Biruni , Asaru’l Bakiye , s.16-22.
[13] Eve and Harroid, The Creationist Movement in Modern America, s. 4.
[14] James Trefil, Reading of tire Mind of God: In Search of the Principlc of Universality (New York: Anchor Books, 1990), s. 135.
[15] George O. Abell, “The Age of the Earth and the Universe,” in Scientists Confront Creationism, Laurie Godfrey, ed., (New York: W.W. Norton, 1983), s. 35.
[16] A.g.e. , s.43.
[17] Ursula B. Marvin, “Continental Drift”, Encyclopaedia Britannica, Macropaedia, (15th ed.) Vol. 5. S. 108.
[18] Abell, “The Age of the Earth and the Universe”, s. 36.
[19] Yusuf Ali , The Holy Qur’an
[20] A.g.e.
[21] Encyclopaeda Britannica, Micropaedia, (15th ed.) “Al-Biruni”, Vol. II. s. 42.
[22] Biruni, Kitab Tahdid el-Entakin Li-teshieh Mesafat el-Mesakin (The Determination of the Coordinates of Positions for Correction of Distances between Cities), Jamil Ali, trans., s. 14-16.
[23] Biruni , Asaru’l Bakiye , s.30.
[24] Emır Ali, The Spirit of Islam (Lahore: Pakistan Publishing House, 1981 ), s. 431-432.
[25] John C. Plott, The Global History of Philosophy (Delhi: Motilal, 1948.) s.258-259.
[26] S.Hüseyin Nasr, An Introduction to İslamic Cosmological Doctrines: Conseptions of Nature and Methods Used for its Study by the Ihkwan al – afa , al-Biruni , and İbni Sina (Albany: State University of New York Press, c1993.) s.80 [Türkçesi: İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev. Nazife Şişman , İnsan Yayınları , 1985.]
[27] Encyclopaeda Britannica, Micropaedia, “Avicenna,” Vol. 1. s. 661.
[28] H.E. Osborn , From Greeks to Darwin: An Outline of the Development of the Evolution Idea (New York , Macmillan and Co. , 18949 , s.76.
[29] Edward O. Dodson, and Peter Dodson, Evolution: Process Product (Bostan: Prindle, Weber & Schmidt, c1985.), s. 79.
[30] Robert J. Shadewald, “The Evolution of Bible-science”, in Scientists Confront Creationism , Laurie Godfrey, ed., . 286.
[31] Stephen Jay Gould, Time’s Arrow Time’s Cycle (Cambridge: Harvard Unv. Press, 1987), s. 119-125.
[32] Biruni, Fi Tahqiq Ma li’l-Hind (Alberuni’s India), Vol. I, s. 198.
[33] Nasr , An Introduction to İslamic Cosmological Doctrines , s.341
[34] Biruni, Fi Tahqiq Ma li’l-Hind (Alberuni’s India), s.378-379.
[35] Biruni. Asaru l-Bakiye, s. 27-28.
[36] Nasr. An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, s. 80-81.
[37] ibid. s.245
[38] İbni Haldun, The Muqaddimah, çev. Franz Rosenthal.
[39] ibid.
[40] İbni Haldun, Muqaddimal, s. 169-170.
[41] ibid. s. 173
[42] Edey, Blue Print, s. 8.
[43] Asimos, The Story of the Origins, s 46-48.
[44] Nasr, An Introduction to Islame Cosmological Doctrines, s 142.
[45] Osborn, From Greeks to Darwin, s. 76 46
[46] John William Draper, The Intellectual Development of Europe (New York London: Harper-Brother, 1876), s. 42.
[47] Briffault, The Making of Mankind, s. 188-190.
[48] ibid. 190.
[49] Vernon Blackmore-Andrew Page, Evolution: The Great Debate (Illinois: Lion Publishing Company, 1989), s. 106.
[50] İbid. 102.
[51] Stephen Jay Gould, “Knight Takes Bishop?”, Natural History, (May 1986), s. 18.
[52] J. R. Lucas, Historical Journal XXII (1979), s. 102.
[53] John William Draper, The Conflict between Religion and Science (New York: Simon and Schuster, 1875). 187-188
[54] Briftauh, The Making of Mankind, s. 201
[55] John R. Cole, “Scopes and Bevond: Antievolution and American Culture”. Scientists Confront Creattonism, Laurie R Godfrey, ed. (New York: W.W. Norton, 1983), s. 25-27.
[56] Draper, The Conflict between Religion and Science, s. 118.
[57] Ernst Mayr, One Long Argument: Charles Darwin and the Genesis of Modern Evolutionary Thought (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1991), s. 3.
[58] Richard Milner, The Encyclopedia of Evolution: Humanity’s Search for its Origin (New York: Facts on File, 1990), s. 16.
[59] Philip K. Hitti, History of Arabs (London, Macmillan, 1949), s. 588.
[60] John William Draper, The Intellectual Development of Europe (New York, Harper & brothers, 1876). Vol. 2, s. 39-40.
[61] Will Durant, The Story of Civilization, Vol. 4, s. 246-249.
[62] Ibn Tufeyl, Hay bin Yaqzan (The Journey of the Soul), s. vi-vii.
[63] Milner, The, Encyclopedia of Evolution, s. 470.
[64] Durant, The Story of Civilization, Vol. 4, s. 243.
[65] ibid. 249.
[66] Ibn Haldun, The Muqaddimah, Vol. 1, s. 195.
[67] ibid. Vol. 1, s. 173.
[68] ibid. Vol. 3, s. 238.
[69] ibid. Vol. 2, s. 422-423.
[70] S.A.Q. Hussani, The Pantheistic Monism of Ibn Arabi (Lahore: Pakistan, Sh. Muhammad Ashsraf , 1979), s. 61.
[71] ibid. s.66
[72] lbid. s. 107.
[73] ibid. s. 106.
[74] ibid. s. 61.
[75] ibid. s. 105.
[76] ibid. s. 105.
[77] Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin: Reflections in Natural History (New York: Norton, 1977), s.60-61.
[78] Biruni, Asaru 7-Bâkiye, s. 98.
[79] İhwan Safa, Rasa’il Iklnvan Safa (Epistlel of Brothrens of Purity), Vol. 11, s. 178.
[80] ibid. Vol.IL s. 181.
[81] ibid. Vol II, s. 182.
[82] ibid. Vol. II, s. 192.
[83] Reynold A. Nicholson, Rum (San Fransisco, 1973), s. 11
[84] Khalifa Abdul Hakim, The Metaphysics of Rumi: A Critical and Historical Sketch (New Delhi: Adam. Publishers & Distributors, 2008), s. 36.
[85] ibid. s. 36
[86] ibid. s 37.
[87] Biruni, Kitabi-cemahin ti marifetil-cevahir (Haydarabad: Däiretü’l-Maarifi’l-Osmaniyye, 1934), S. 80.
[88] Ibn Tufeyl, Hay bin Yaqzan (The Journey of the Soul), 5. vi-vii.
[89] Osborn. From Grecks to Darwin, s. 77-74.
[90] Robert Shadewald, National Center for Science-Education Reports, Vol. 10 (March-April 1990), s. 21.
[91] Encyclopaedia Britannica, (15th ed.) Micropaedia. “Ibn Miskawayah”, Vol V. s. 272.
[92] Mohammad Iqbal, The Reconstruction of Religious Thought in Islam, s. 133-134.
[93] Durant, The Story of Civilization, Vol 4.. s. 238.
[94] ibid. s. 239.
[95] Durant, s. 245.
[96] ibid s.289
[97] ibid. s. 288.
[98] Emir Ali, The Spirit of Islam, s. 424.
[99] Draper. The Intellectual Development of Europe, Vol 11, s. 48.
[100] Encyclopaedia Britannica (15th ed.), Micropaedia, “Nazzam, Ibrahim,” Vol. VIL, s. 233.
[101] Khalifa Abdul Hakim, The Metaphysics of Rumi, s 34.
[102] Ibni Haldun, The Muqaddimah, Vol. 1, s. 173.
[103] Gould, Ever Since Dartein, s. 44-45.
[104] Darwin, The Origin of Species, s. 49, 74.
[105] Biruni, Fi Taluqiq Ma lil-Hiud (Alberums India), s 400
[106] ibid. s. 400.
[107] Darwin, The Origin of Species, s. 73, 86, 88.
[108] Biruni, Asaru l-Bâkiye, s. 92-93.
[109] ibid. s. 295.
[110] Khalila Abdul Hakim, The Metaphysics of Rumi, s. 39.
[111] ibid. s. 37-38.
[112] Stephen Jay Gould, Wonderful Life (New York: WW Norton & Company, Inc. 1989), s. 320.
[113] William D. Stanfield, The Science of Evolution (New York: The Macmillan Company, 1977), s. 26.
[114] Fazl-ur-Rahman Ansari, The Qur’anic Foundation and Structure of Muslim Society, Vol. II, s. 45.
[115] Yusuf Ali, The Quran, Translation and Commentary, Verse 29: 20.
[116] Abdullah al-Mamun Suhrawardy, The Sayings of Muhammad (London: A. Constable & co., 1905), s. 94.